Kızım, biricik bebeğim, Âsûde’m,
Daha şimdi gibisin, anneni delirerek kıskandığım o tek zamanın, bana kıskançlığın derin bilgisini veren o upuzun günlerin ve gecelerin bebeği.
Sen ve annen aynı vücuddaydınız ve ben nasıl öteki hissediyordum kendimi, bilemezsin. Seninle konuşmaya o kadar erken başlamam aslında bu yüzden.
Öz Dede’n “Evren Ağacı” kitabının üçüncü bölümündeki on iki şiirden birinde yazmıştı bunu, daha “öz” anlatabileceğimi sanmıyorum:
“Baban öyle çok konuştu ki seninle
dokuz ay boyunca, belki gizli diller
bile öğrendin. Senin aracılığınla artık
biz de anlayabiliriz evrenin dilini.
Merak ediyorum: Taşların sözlüğü var mı,
hangi renkleri sever ağaçlar yeşilden başka
ve nereye gider güneş doğunca bütün yıldızlar?”
Öz deden, şair Özdemir İnce, “Evren Ağacı” kitabının “Âsûde Alkaya İçin On iki Neşeli Şarkı” şiirinin yedincisinde işte böyle yazmıştı bebeğim.
Çünkü Özdemir bana bakıyordu ve ben bütün gözlerimle annenin vücudundaki sana teksif olmuştum.
Seninle, sahiden çok uzun konuştuyduk kızım. Doğduğunda, ismini kulağına üflemeden hemen önce, hani göbek kordonun da daha kesilmemişti, o dünyaya fırlatılmışlığın ağlamasını kesip sesimi arayış ânın vardı ya, birkaç kelime de söylersin zannetmiştim.
Biz böyle, gitgide anlayan ve durmaksızın anlayabilen bir tuhaf cinsiz işte kızım; biz babalar. Hele senin gibi iyi bir insanın babası olarak armağanlandırılanlar...
Senin serpilme zamanında, mutsuz olmayacağın bir “okul”u ararken bir tanem, akla sığmayan bilgilerin dikte edildiği yerleri elemekle kalmamış, dört duvar beton arasına sıkışmadan hayatının bu kaçınılmaz bölgesini geçirebileceğin bir mekânı da iz sürüp bulmaya çalışmıştık.
Benim ön gençlik zamanımın, Frank Zappa ile, Jimmy Hendrix ile, Mesut Aytunca ile ölçülebilecek karattaki adamı Erkin Koray’ın yaptığı gibi, seni hiç okul binalarına sıkıştırmadan hayata hazırlamanın yollarını da araştırmadık değil, elbette annen ile.
Neyse bir tanem, binbir mahlûkun cirit attığı bir ormanın içinde, bir Barbianna olamasa da, nefes alabileceğin bir yer bulduyduk sana. Harikulâde bir ilkokul öğretmenin de olmuştu, şans işte. Her ne kadar ismindeki şapkalara pek ehemmiyet vermese de, o sıcacık öğretmen, Hanife Eşki, benim Necati Dağ’ım gibi, senin şansındı.
İlkokula başladığında bir tanem, bizim “Güzelyazı” olarak okuduğumuz ders, size bir yazgı olarak biçilmişti. Güzel yazmayı önemsemekten çoktan vazgeçmiş bir memlekette, herkes klavyesine gömülmüşken, siz mini mini birler, parmaklarınızın zor hükmettiği kalemlerle, unutulmuş bir yazıya yönlendirildiniz.
Enstrümanı nasıl kullanıyorsan öyle düşünürsün halbuki. Dik harfleri tane tane yazmakla, yatık harfleri akışkan bir spiral içerisinde yazmak iki ayrı düşünme biçimidir.
Seni ve jenerasyonunu paldır küldür, birbiriyle bağlantılı ve akıcı yazı ile düşünmeye memur edenlerin asıl istemi neydi, hâlâ kafamı kurcalıyor bu soru.
Seninle yaşamaya başladığım o saadetli günler bana pek çok şeyi aynı anda gösterdi, Âsûde.
Çocuk modasının nasıl hareketli ve pahalı bir sektör olduğundan tut da, çocuk tıbbındaki her yıl değişen trendlere kadar, sizi verimli bir sektör olarak gören büyüklerinizi, bir de bu pencereden gördüm.
Bizim zamanımızda “bakalorya” sınavları vardı. Size “seviye belirleme sınavı” uygun gördüler –ki bu da bir tür bakalorya idi-. Bir sene önce doğmuş olsaydın üç sene üst üste bu bakalorya sınavına girecektin. Bir sene geç doğmuş olsaydın muhtemelen hiç girmeyecektin.
Al-satçılık ile yap-satçılık dışında beceri geliştirmemiş bir “kadro” tarafından deneme/yanılma jenerasyonu kılındığınızı düşünmekten kendimi alakoyamıyorum evladım.
Neyse, seni koruyabiliyoruz bu “avant-garde” siyasetçilerden; ama yaşıtların için kaygılanmaktan bunaldım canım.
Senden bu sene ilk kez özel bir isteğim olacak Âsûde.
Birtakım “iri” adamlar, 28 Şubat 1997 tarihiyle cisimlenmiş toplum mühendisliği girişimleri esnasında, bildik bileli 5 sene olan ilkokulu ve 3 sene olan ortaokulu biribirine eklemleyip 8 senelik ilköğretim dönemini başlatmıştı.
55. Hükümet, 18 Ağustos 1997’de ilköğretimi sekiz yıla çıkartarak, yalnız ortaokulları ilköğretime dahil etmekle kalmadı, yabancı misyon okullarının orta öğretim bölümlerini de içerecek biçimde, İmam Hatip Ortaokulları’nı fiilen kapattı.
Birtakım “iri” adamlar bu kararı alırken, ne mini mini birler önemliydi ne memleketteki imam ve hatip ihtiyacının zaten kat be kat üzerinde mezun veren söz konusu okulların gerekliliği.
Sevgili kızım, bizim memlekette eğitim de esasen siyasete memur edilmiştir. Durmaksızın “geçiş dönemi” yaşayan bir destabilizasyonun kaçınılmaz sonuçları, deyip geçebiliriz ama size kıyamıyorum bir tanem.
Şimdi de, başka taraftan birtakım “iri” adamlar, önü ardı hesaplanmamış bir eğitim yaşı uygulaması ile okullarınızı dramatik bir curcunaya çeviriyor.
Son yıllarda “ana sınıfı” uygulamasına büyük yatırım yapan eğitim sistemimiz, şimdi öylesine allak bullak ki, konuyla ilgili Bakan bile, ilk bir –iki seneden pek ümitli olmadığını söylüyor ve şallak mallak –iyi olacak inşallah- söyleniyor.
Ricam şu bir tanem –ki zaten bunu yapacaksın-, altmış küsur aylık ve bütünüyle hazırlıksız okula fırlatılmış mini mini birler için iyi kalpli bir gözetmen ol. Onlara “ablalık” etmek, sene sonunda gireceğin “seviye belirleme sınavı” ne kelime, birlikte her fırsatta yeniden keşfettiğimiz erdem olsun sana.
Hollanda’da 4 yaşında ilkokula başlayan çocuklardan farklı olacak senin mini mini birlerin. Hazırlıksız yakalandılar ve birçoğu senin gibi Türkçe okumakla Hiyeroglif okumayı aynı anda çözme becerisine sahip olmayacak.
Kaldı ki, ilk sene sen de ev ile okulu karıştırıp duruyordun canımın içi.
Bu sene senden sahici bir “abla”lık bekliyorum ve rica ediyorum bir tanem.
Şu 4+4+4 mucitlerine ablalık edebilseydin, elbette daha işe yarar bir ablalık yapmış olacaktın ama ne çare?
Sana güveniyorum Âsûde, çünkü defalarca bu emniyetini annene ve bana gösterdin.
Şimdi, altmış küsur aylıkken sistemleri karmakarışık edilen mini mini birlerden ihtiyaç duyan kim varsa, onlara göz kulak ol. Onların, gözü kara iri adamlar tarafından eksiltilen özgüvenlerine omuz ver.
Her zaman olduğu gibi, sana güveniyorum kızım.