Mevsim, yaza kırdı kıracak; son senelere kıyasla iyi bir ilkbahar da gösterdi şükür. Dün sabaha doğru bir gürültü patırtı, balkondan tropik bir yağmur seyretmeye başladım. Siklonvari bir dairenin içinde, umuma göre daha azıtmış serserî bir yağmur bloğu da geziniyordu. Bir ferahlık!
İki misafirimiz var bu ara. Küçük kaplumbağamız Maria kış uyuşukluğunu iyice attı üzerinden, günde bir metreden fazla yol yapıyor. Sınırlı sokulgan Hasibe, günü ve fırsat bulduğunda geceyi, bahçenin tek kedisi olma savaşını vererek geçiriyor.
Turgut’un Bodrum’dan getirdiği limon ağacı iklim bunalımında ama çiçeklerinin kokusu gönül gözünü açıyor insanın. Biraz mesafe koyunca, gökyüzünün hizaya getirici bilgeliğine ermek bile mümkün…
de…
İdris Naim Bey’in “zararsız” biber gazı, Yalova’da Çayan Birben’i öldürdü. Ertesi gün, yani Metin Lokumcu’nun Hopa’da “zararsız” biber gazıyla öldürülüşünün yıldönümünde, Çayan’ı öldürenleri protesto eden ailesi ve arkadaşları da “zararsız” biber gazıyla kutsandı. Bu “zararsız” cinayetler, komşusunu temel insan haklarına riayet etmeye davet eden, üstelik bunu saldırgan bir edayla yapan bir Hükümet’in siciline yazıldı.
Son dönemde bu sicile neler yazılmadı ki!
Önemli edebiyat, dramatik edebiyat eserlerine, senaryolara, tuval ve sokak resimlerine, şarkı, türkü ve oratoryolara, heykellere konu olacağından handiyse emin olduğum bu –son- kısa sürecin baraj kapağını tiyatrocular patlattı.
Hakimiyetin kayıtsız şartsız çoğunluk partisine ait olmadığı önermesi, “sun’î denge”yi kırdı attı.
Tam tiyatrocular gündemi silkelerken, bu dramatik dönemin Ahmet Tarık Tekçe’si –aslen şaheser bir adamdı Tekçe- İdris Naim Bey’in Roboski patlatması geldi: Ölenler figürandı! Tamam, ölenler devrim için ölmemişlerdi, güneşe de gömülmemişlerdi. Medarı maişet motorunu çevirmeye çalışan yoksul köylülerdi.
Üç kaynakları vardı bu yoksul köylülerin: 1980’lerde milyonlarla ölçülen küçükbaş hayvanlardan geriye kalan binleri otlatıp semirtip satıyor, ara ara da helikopter ateşinde vurulan keçilerini koyunlarını kesip “şölen” yapıyorlardı… Sınır ticareti, yani ağırlıkla mazot kaçakçılığı yapıyorlardı… Bir kısmının da devletten korucu maaşı vardı.
Dünyanın en pahalı mazotunu, benzinini satan bir ülkede, en ucuzunu satan sınır ötesinden kaçırdıkları yakıtı, kapılarına yanaşıp ıslık çalan herkese, makûl fiyata vermek gibi bir suçu işleyip duruyorlardı yıllardır.
Özür dilenecek bir şey yok… Özürse özür, diledik işte… Parası neyse veririz… Bunların kaçırdığı mazottan PKK da pay alıyor –bkz. Ördek Nuri hikâyesi-… derken, AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Van Milletvekili Hüseyin Çelik’in vicdanından gayet insani bir patlama sesi geldi.
Çelik’in vicdanından gelen vibrasyonlar yayılamadan, kürtaj ve sezaryen bombası patladı.
Aklı selîmi bulabilir miyiz derken, Doktor Göebbells’ten ziyade etkilenmiş Teksaslı Cumhuriyetçi bir senatörün bile kolayına sarf edemeyeceği bir dönem şaheseri ya da sarf edildiği anda kült olabilmeyi başaran bir politika bercestesi kapladı ortalığı: Her kürtaj bir Uludere’dir!
Her kürtaj bir Siyu katliamıdır!
Her kürtaj bir Nagazaki’dir!
Birkaç gündür doktorumun talimatıyla bahçe işleri yapıyorum ve tam ferahladım derken gene tansiyonum asansör hareketine geçti bu hatırlamaları yazarken.
Başbakan “Ben kürtaja ve sezaryene karşı bir Başbakanım,” dedi. Buradaki “Ben” ve “Başbakanım” vurguları önemli. Dikte edici bir hiyerarşik üslûp yani… Cümlenin arkasından çağırdıkları ise, esas kritik bölgeyi oluşturuyor.
Cenin kaç günlükken insan sayılır?
Bir de şöyle soralım: Cenine kaç günlükken “ruh üflenir”?
İlkinin cevabı seküler iken, ikinci sorunun cevabı dînidir. İlkine kolektif kabul içerecek bir cevap, tıp ilminin içerisinden verilebilir; ikincisine ise fıkıh ilminin içerisinden münazaralı bir cevap…
Her ikisi de saygıdeğer olan iki soru ve ikiden çok cevaplarının üzerinden yasal düzenlemeye gitmek isteyen bir devletin önünde ise, çağlar kadar uzak bir yol ayrımı belirmiş demektir.
Sezaryen konusuna hiç girmiyorum, gene bir danışman özelleştirmesi talep etmem gerekecek aksi takdirde.
Bir de “sezaryen çocuğu” olarak, bu konuda tarafım. Doğabilmemi, aylarca sırt üstü yatmak zorunda kalan annemin yaşadığı ıstıraba borçlu olduğum için, sezaryenin ticarileştirilmesine karşı bir tavır alındığında bunu desteklemekle yetinirim.
THY çalışanlarının hak arayışına “anında kanun” ile cevap verilmesinin ürküntüsünü ayrı bir yazıya memur edeceğim. Burada “ürküntü” iki taraflı.
Birincisi benim ürküntüm. Yakında her duruma ayrı bir kanun hükmü çıkartılırsa, dedim ve ürktüm. Meselâ; biber gazı kullanımını protesto etmeyi yasaklayan kanun… “Bedenimiz bizimdir” demeyi, kadîr-î mutlak olana itaatsizlik sayarak yasaklayan kanun… Aydın Engin’in birden fazla pipoyu aynı anda üzerinde bulundurmasını yasaklayan kanun… Sağdan sola doğru yazmayı zorlaştırdığı için sol elle yazı yazılmasını yasaklayan kanun vs…
İkincisi ise hükümetin ürküntüsü. Toplum karşısındaki pozisyonunu bu denli hiyerarşik bir mutlakiyet esasıyla tanımlamanın getirdiği emniyetsizlik duygusunun, toplumdaki çatlakları yarılmalara sürükleyebilecek bir paranoyayı tetikleyebileceği yönündeki iç ürküntü.
Önüme çıkacaklara karşı değil, arkamdan geleceklere karşı tedbir aldım bugüne kadar. Bu ürküntü beni de ürkütür.
Bu ara değil haftalık, değil günlük, saatlik yazsam konu bitmeyecek, belli. İyisi mi biraz gece havası almaya çıkayım, naif limonumun çiçeğini koklayayım, Maria uyudu mu, Hasibe döndü mü, Âsûde üzerini açtı mı, yoklayayım.
Bütün bu olanlar nasılsa uzun zaman sanat eserlerine konu olacak kadar velûd.
Bu olup biteni yazacağımız, çizeceğimiz, oynayacağımız, seslendireceğimiz Türkiye de, hiçbir zaman olmadığı kadar güzel ve mümkün bir ülke olacak.
İyi yoldayız. Buradan aydınlığa çıktığımızda,yalnız hiperotokrat bir iktidar hevesinden değil, vesayet kamburumuzdan da kurtulmuş olacağız.