25 Nisan 2021

Emel Sayın, ağladı mı ağlamadı mı?

Başka bir susuzluğu anlatıyordu Yağdır Mevlâm Su. Kuraklığa karşı bir yakarışı aşıp, en tasasız görüneninin bile yüreğinin bir köşesinin hep yaralı olduğu yurdum insanının gönül merhemi oldu

Milletçe yağmurlu bir haftayı daha geride bıraktık. Barajlar doldu, kurak geçecek bir yaz endişesini şimdilik koyduk yağmurluklarımızın cebine. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını da nisan yağmurlarıyla geçen bir haftada kutladık bu sene. Çocuklarsa yağmurun sesini, sınıfa dönen evlerinden dinliyorlar ne zamandır; evlerinde erkenden büyümüş başka çocuklar olduğunu hiç bilmeden… İçlerine zamansız yağmurlar gibi yağan şarkılarla büyümüş, yetişkin görünümlü çocukları var bu ülkenin; yağmur damlaları camlardan süzülüp aktığında, anılarının seline kapılıp gidiverirler…      

Otuz beş sene önce, 1985-86 yazlarında, halkın dönemin Başbakanına gittiği vilayetlerde 'su su' diye bağıracağı kadar büyük bir kuraklık baş göstermişti. Kimi yerde mahalleye gelen kamyonlardan, kimi şehirlerde sokak çeşmelerinden, camilerden, serçe parmağı kadar da olsa akan bir çeşme neredeyse oradan, koca koca bidonlara su doldurup, çoluk çocuk evlere taşındığı yıllardı. Anne babalarıyla beraber boylarından büyük yüklerin altına giren çocuklar, kendi ağırlıklarınca bidonlarla su taşıdılar evlerine günler boyunca. Üstüne üstlük o yılın en sarsıcı olaylarından olan Çernobil nükleer faciasıyla, bereketli bir yağmur bekleyen Türkiye'nin üzerinde radyasyon yüklü kara bulutlar dolaşıyordu. Ülkede hava gergindi. Politikacıların, aslında kendi ikbal sorunlarını erken seçimle çözme planlarını, halka göstermelik bir değer atfıyla gizledikleri ve gerekirse döneceklerini söyledikleri 'sine-i millet', parça parça olmuş, gerilip çatlamıştı. Bir yıl sonra da halkın saf ve şefkatli göğsüne yaslanıp sine-i millete dönülüyor, 1987 erken seçimlerinde iktidar partisi, oyu düşse de vekil sayısını yükseltmeyi beceriyordu. Oysa 1986'nın sonlarına doğru, milletin yanıp kavrulan sinesindeki asıl harareti Hüseynî bir şarkı serinletmişti bile: Su gibi duru akan sesi ve iki damla gözyaşıyla Emel Sayın'ın "Yağdır Mevlâm Su"yu yetişmişti imdada. Kuraklığa karşı beklenen yağmurların ilk damlaları, Emel Sayın'ın göz pınarlarından düştü memleket toprağına. Sine-i millet, timsah gözyaşlarıyla kendinden iktidar umanların değil, şarkılarını yazan, besteleyen ve söyleyenlerin samimi hisleri ve gerçek gözyaşlarıyla serinlemişti bir nebze olsun.

Sözlerini Erol Martal'ın yazdığı bir Mahmut Oğul bestesi olan Yağdır Mevlâm Su, ilk kez TRT 2'nin yayına başlaması nedeniyle düzenlenen programda seslendirilse de asıl sarsıcı etkisini 1987 yılbaşı gecesi yapacaktı. Yılbaşı programına çıkan Emel Sayın'ın zarif topuzu ve ince kaküllerinin altındaki su yeşili gözlerinden süzülen iki damla yaş, müzik tarihimizdeki unutulmaz yerini aldı: "Çatlayan dudaklara, Sararan yapraklara, Kuruyan topraklara, Yağdır Mevlâm su". Çok sevildi, yediden yetmişe milyonların dudaklarına yerleşti, herkesi umuduna kata kata birikti, çoğaldı, sel oldu aktı…

En tuhafı da çocukların bile diline yerleşivermişti Yağdır Mevlâm Su… O zamanlar hayata geleli daha 8-10 sene olmuş bizler, beş beden büyük kıyafet giymiş gibi boyumuza çok büyük gelen bu içli şarkıyı evlerde, okullarda vakitli vakitsiz söyler olmuştuk. Boş derslerde öğretmenler sesi güzel öğrencilere söyletirdi. Pek çoğumuzun anne babaları, dedeler, nineler hayattaydı, mendil isterlerdi şarkı çıkınca biz çocuklardan; kareli mavi-kırmızı çizgili kumaş mendiller vardı o zamanlar, çekmecelerden çıkarıp verirdik.

Bir yeni yıla ağlaya güle girmişti o sene Türkiye. Emel Sayın'ın şarkıyı söylerken ağlayıp ağlamadığı da bir milli mesele oldu. Ailece süren tartışmalar başladı, komşu günlerinde toplanan kadınlar günlerce konuştu. Evlerden kahvehanelere bütün bir ülke, aynı soruya kilitlenmişti: Emel Sayın şarkıda ağladı mı? Neden ağladı? Aslında cevabı çok derinlerde herkesçe hissedilen fakat dile getirilmesi için bir tercümanın arandığı bu milli soruya yanıtı basın da arar oldu, dönemin gazeteleri seri haberler yaptılar. O yıl açık ara farkla Yılın Şarkısı seçildi Yağdır Mevlâm Su…

Bisikletini kollarını iki yana açarak sürerken bir yandan da bağıra çağıra Yağdır Mevlam Su'yu söyleyen çocukluk arkadaşlarım vardı. Böyle gerçeküstü anlar asılıp kaldı o dönemin çocuklarının belleğinin duvarına. Başka bir susuzluğu anlatıyordu Yağdır Mevlâm Su. Kuraklığa karşı bir yakarışı aşıp, en tasasız görüneninin bile yüreğinin bir köşesinin hep yaralı olduğu yurdum insanının gönül merhemi oldu. 

Su gibi akıp geçti seneler… Türkiye'nin yangınıysa hiç bitmedi, daha da şiddetlendi. Ama biz canımız yanmıyor gibi yaşamayı öğrendik şarkılara tutunarak. Gün gelir bir başka söz yazılır, böyle yeni bir beste yapılır elbet ama artık bir şarkıyı çoluk çocuk, yediden yetmişe söyleyecek mecâl-i millet kalır mı bilinmez…

Yazarın Diğer Yazıları

Az kuru pilav yanında “Nenni de Feridem”

“Gidiyorum işte gör, Hayalde gör düşte gör, Gıymatımı bilmedin, Bir kötüye düş de gör, Nenni de Feridem nenni” Mesela Ürgüp yöresine ait bu muhteşem türkü, tam esnaf lokantalarında dinlenesidir. Ağır aksak ritmiyle, içindeki kaşık şıkırdatmalarıyla, mekândaki çatal kaşık seslerinin içine bir güzel karışır, dinlenmez de sanki adeta yenilir yutulur. Hatta ‘dadından yinmez’

İyi miyiz değil miyiz?

Bugün Türkiye pop müziğinin güncel örnekleri üzerinden bir dinleme yapınca, Demirel’e atfedilen bir vecize aklıma geldi. Efendim kendisine sormuşlar, “Bana Türkiye’nin durumunu bir kelimeyle anlatın derseniz, iyi derim. İki kelimeyle anlatın derseniz, iyi değildir derim” demiş

"Aman Avni, bunlar ne güzel şeyler"

Onun "Bir kadeh şarap gibi içilmiş şarkılar"ıyla gönlümüzü eğlendirebilme, hayatta kendimizi eyleme, oyalayabilme becerisini kazandık; "Bu Akşam Bütün Meyhânelerini Dolaştım İstanbul'un" ve "Kader Kime Şikâyet Edeyim Seni" ile öğrendik yaşamayı. Ruhumuzun boşluklarını onun nağmeleriyle bir güzel sıvadık, kapattık

"
"