Çocukken Sultanahmet'teki evimizin balkonundan Marmara denize bakmayı çok severdim. Masmavi bir tablo görülürdü. Şilepler, tankerler, yük gemileri gibi o güzel tabloyu kirleten pis lekeler pek azdı. Şimdi bol lekeli bir tablo var. Boğaziçi'nde durum daha kötü. Nerede Abdülhak Şinasi Hisar'ın suları servi siminli Boğaziçi Medeniyeti? Nerede Tanpınar'ın asude iklimi? Canavar gibi gemiler geçiyor dünyanın en güzel yerlerinin birinden, o güzelliğe hiç aldırmadan, 'Buralar artık bizim' dercesine. Artık İstanbul Boğazı bir petrol boru hattı, bir ticaret yolu. Küresel ve bölgesel ticari, iktisadi gelişmenin kaçınılmaz bir sonucudur bu durum. Biliyorum, ancak bunun benim İstanbul'um için varoluşssal bir sorun olduğunu düşünüyorum.
Aslında zaman içinde büyümüş olan bu sorunun hepimiz farkındaydık, ama benim bildiğim, 1990'lara kadar çözüm arayışları zayıf kaldı. Montreux anlaşmasının ikinci maddesine göre, "ticaret gemileri, gündüz ve gece, bayrak ve yük ne olursa olsun", (...) Boğazlardan geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) tam özgürlüğünden yararlanır", sağlık açısından denetim hakkımız saklı kalmak üzere. Ancak, biz bu maddeyi elimizi kolumuzu bağlar gibi görmedik. 1994 yılında Boğazlardan geçişi düzenleyen bir mevzuat çıkarılmıştı. Yanlış anımsamıyorsam, bu mevzuat bizim açımızdan yeterli bulunmamıştı. 1998'de yeni bir mevzuat çıkarıldı ve VTS çalışmaları yoğunlaştı. O yıllarda Boğaz'ın sivil (halk, kent ve doğa açısından) güvenliği sorunu yoğun olarak tartışılıyor, Boğazların petrol boru hattına dönüşmesinin engellenmesi hedefleniyordu. Yeni mevzuatı Montreux'nun ikinci maddesindeki özgürlüğün kısıtlaması olarak görmeye eğilimli (işlerine öyle geldiği için) yabancılara tezlerimizi anlatmak ve çeşitli forumlarda benimsettirmek bayağı bir diplomatik çaba gerektirmişti. Tezlerimize kamuoyu desteği sağlamak için bazı ünlü Batı gazetelerine tam sayfa ilanlar verdiğimizi net olarak anımsıyorum.
1999 yılında çıkan "The World Is Not Enough" başlıklı James Bond filmi, olumlu örnek olmamakla birlikte, o yıllarda Boğaz / petrol boru hattı sorunsalının geniş olarak tartışıldığının göstergesidir.
Gene o yıllarda ABD, bizimle danışma halinde, Avrupa'ya enerji taşınması konusunda Doğu – Batı Koridoru (East – West Corridor) projesinin peşindeydi.
O yıllardan sonra bu konuyla yakından ilgilenmedim. İstanbul'da da yaşamadım. Ancak ne zaman gitsem İstanbul'a aynı çirkin manzaraları Marmara denizinde de Boğaz'da da görüyorum. Boğaz'ın bu haline bakınca doğa ile insanın sınai ilerlemesinin gerekleri arasındaki çelişkinin etkili bir örneğini de görmüş oluyorum. "Yükü ne olursa olsun" Boğazı kirlettiğini düşündüğüm o gemilere ters bakıyorum. 'Ne yapalım?' deyip geçecek ya da bu gördüklerimi güzel bulabilecek kadar duyarsız değilim. Hiç bir gerçek İstanbullu Boğaz'ın denizden (ve kıyılarından) bu hale getirilmesine duyarsız, kayıtsız kalamaz. Sorunun tümüyle çözümünün olanaksız olduğunun farkındayım. Ne ki, sorunun denetim altında tutulması ve sivil güvenliğe verdiği zararın asgariye indirilmesi gerekir. Gördüğüm kadarıyla geçtiğimiz Ağustos ayında yeni bir mevzuat yenilemesi yapılmış. Sürrealist İstanbul kanalı projesiyle ilgili tartışmalarda bu mevzuat ele alındı mı, bilemiyorum.
Başka neler yapıldığına şöyle bir bakarken, Temmuz 2018'de Piri Reis Üniversitesi'nde düzenlenmiş "82. yılında, Montreux sözleşmesine ve gemilerin Türk Boğazlarından geçiş rejimine ilişkin değerlendirme Konferansı"nın sonuçlarına rastladım. Çok aydınlatıcı ve yön gösterici bir metin. Sözünü ettiğim ve kendimce sivil güvenlik dediğim konuda, İMO'da (Uluslararası Denizcilik Örgütü) verdiğimiz mücadeleler anımsatıldıktan sonra şöyle yazılmış: "Türk Boğazlarında meydana gelen her kazadan sonra, bazı görüş sahiplerinin, Montrö'nün yıllar önceki gemi trafiğine göre hazırlandığını, bu sebeple zamanımızın ihtiyaçlarını karşılayamadığını, bölgede deniz kazalarının ve deniz kirliliğinin önlenebilmesi için tedbir alınmasına imkan vermediğini, günün koşullarına uygun hale getirilmesi gerektiğini ileri sürdükleri, ancak, bu iddiaların gerçekleri yansıtmadığı; zira artan trafiğin yarattığı tehlikelerin ve kaza risklerinin önlenmesi için de Montrö'nün gündeme getirilmesinin şart olmadığı, bunların, Montrö'yü hiç tartışmaya açmadan, iç hukuk düzenlemeleri ile ihtiyaca göre zaman içerisinde sağlanabilecek hususlar olduğu, Montrö Sözleşmesi'nin, Türkiye'nin Boğazlardaki zabıta ve yargı yetkilerini ortadan kaldırmadığı, ayrıca, geçiş güvenliğini sağlamak amacıyla trafik düzenlemeleri yapılması, deniz kirliliğinin önlenmesi, azaltılması veya kontrol altına alınması ile ilgili tedbir alınması konularındaki yetkilerini engelleyecek hiçbir bir düzenleme de getirmediği belirtilmiştir.
"Nitekim Türkiye'nin, buralarda meydana gelen can kayıplarına ve büyük çevre kirliliğine neden olan kazaları dikkate alarak, benzeri olayların yaşanmaması ve çevresinde milyonlarca vatandaşının yaşadığı yerleşim mahallerinin olası tehlikelerden korunabilmesi için Türk Boğazlarında seyir güvenliğini sağlamak üzere Türk Boğazlarında VTS (GTH) sistemini kurduğu, 1982, 1994, 1998 Tüzükleri ve 2002, 2004, 2007 ve 2012 Uygulama Talimatları ile seyir güvenliği konusunda önemli düzenlemeler yaptığı, bu düzenlemeler ile getirilen ve yukarıda özetlenen önlemlere bütün yabancı bayraklı gemilerin yıllardır uyduğu, bu uygulamanın artık Devletler Hukuku'nun önemli kaynağını oluşturan ve genel kabul gören bir uygulama niteliğini de ayrıca kazanmış bulunduğu ortaya konmuştur."
Şu ifadeler de dikkatimi çekti: "Ayrıca, sadece ücret ve gelir artışı sağlanması talebinin de, Türkiye'ye büyük haklar sağlayan bir sözleşmenin tartışmaya açılması için haklı ve yeterli bir gerekçe olamayacağı ifade edilmiş, diğer taraftan, eğer bu konuda bir gelir artırımı sağlanması amaçlanıyor ise, Montrö yü değiştirme yoluna gitmeden, onun özüne dönülerek bu amaca ulaşılabileceği, bunun için de haklı gerekçelerimizin bulunduğu açıklanmıştır."
Montreux anlaşmasına ticari açıdan bakan yabancıların, ticaret gemilerine geçiş özgürlüğü veren ikinci maddesini mutlak bir keyfi geçiş hakkı gibi yorumlayarak istismar etmeye çalıştıkları anlaşılıyor. Buna karşılık, ülkemizde bazı çevrelerin de ikinci maddeyi sorun olarak görerek anlaşmanın güncellenmesini savunabildikleri görülüyor. Oysa Montreux anlaşması genel olarak ulusal güvenliğimiz ve bölgesel barış açısından bir orta direk niteliğindedir. Ticaret gemilerinin serbestçe geçişinin yarattığı sorunlara Montreux'ye dokunmadan çözüm aramak gerekir. 1998 yılında bizim yapmaya çalıştığımız buydu.
İktidarın "Kanal İstanbul" projesiyle ilgili olarak kurduğu internet sitesine baktım. Teknik açıdan iyi hazırlanmış. Bence muhalefetin de bu sitedeki hususlara birebir yanıt veren bir site hazırlaması değerlendirilmelidir. Bu siteye bakılırsa, sözünü ettiğimiz sorunlara iktidarın 'Montreux artı kanal' gibi bir çözüm önerdiği görülüyor. Montreux'yü değiştirme niyetine ya da tasavvuruna karşı gösterilen tepki iktidarı bu pozisyona itmiş olabilir. Ancak, 'Kanal İstanbul'u (Bozuk Türkçe: İstanbul kanalı demek gerekir) doğayı tahrip ve rant projesi olarak görenler çoğunlukta. Bu yönde sunulan argümanlar iktidarın tezlerinden çok daha inandırıcı geliyor bana. Katarlıların ve belki başka yabancıların da şimdiden toprak alarak bu projeye yatırım yapmaları iktidar üzerinde ne derece bir baskı unsurudur, bilemiyorum. Katarlıların ve diğer yatırımcıların ne kadar para verdiklerine bağlı bir konu bu. Çok para döktülerse işin peşini kolayca bırakmazlar. Katarlılar ne hayal ediyor, onu da bilmiyoruz. Belki de Katar Sultanı bir saltanat kayığı ya da gondolu yaptırıp o kanalda gezinmek istiyordur (!). İşin şakası bu! Trakya'nın hassas doğasını yarıp kanal açarak bir İstanbul adası yaratmak, İstanbul Boğazını kurtarmak değil, İstanbul'u boğazlamak sonucunu verebilir. Bence iktidarın bu projeyi inatlaşma sürecine girmeden yavaşça sümen altı etmesinde kendisi açısından da yarar vardır, hele Elazığ depreminden sonra. Şimdiki aşamada birçok yurttaş gibi ben de korkuyorum. Kanala muhalif çevreler konuyu izlemekte ısrarlı görünüyor. Bu ısrar görece rahatlatıyor insanı. Ne var ki, kanal muhaliflerinin siyasi argümanlar sunmanın yanısıra Boğazların ticari trafiğe karşı daha etkili olarak nasıl korunacağı yönünde de somut öneriler yapmaları gereklidir bence. Bugünkü mevzuatı uzun vade açısından ben yeterli görmüyorum. Daha geniş ölçekte, kıyıları da kapsayan bir planlama yapmak gerekir.
Neyse! Bu kadar lâftan sonra "çocukluğumun İstanbul'unu özlüyorum" dersem, şaşırmazsınız herhalde. Yaşasın gelecek (!)