“O gün bir asker dedi ki bana, ‘Vallahi de billahi de sizi öldürecekler. Kamyonla gelecekler, sizi aynı şekilde katledecekler, gidin’ dedi. O zaman ‘izin ver, bir kişi burada kalsın hayvanlarımız için, bir kişi lütfen köyde kalsın, izin ver’ diye yalvardım askere… O GÜN anneyle beraber ‘Nereye gidelim?’ dedik. ‘Ben nereye gideceğim? Çocuklarımız var, hayvanlarımız satılmıyor, bilet alacak paramız yok’ dedim. Biz nereye gideceğiz? Nereye?”[1]
Tatvan’ın bir köyünde yaşayan Saliha’nın yalvarmaları sonuç vermeyecektir. 1 hafta sonra köye gelen askerler köyü yakacak ve Saliha’nın artık yaşayabileceği bir evi kalmayacaktır.
90’ların başında milyonlarca Kürt tıpkı Saliha gibi bir bilinmeze doğru yola çıktılar. Çoğu can haliyle terk etti binlerce yıl yaşadıkları toprakları. Kimi sevdiklerini kaybetti bu yolda. Kimisi yalınayak saatlerce koşarak terk etti köyünü. Bu insanların çoğu bulduğu ilk büyük yerleşim yerine, en yakın ilçe ve ile kapağı atıp, oradan da büyük şehirlere savruldular.
90’ların başında başlayan bu zorunlu göç süreci 90’ların sonuna kadar sürdü. Resmi rakamlara göre 1.2 milyon kişi, sivil toplum örgütlerinin rakamlarına göre 2.5-3 milyon kişi bu zorunlu göçten etkilendi. Varsa ellerinde kalan son yatakları yorganları ile otogarlarda yatan Kürt aileleri o yıllarda Bölgenin tüm otogarlarında görmek mümkündü. Bölge yanmakta, aileler otogarlara sığınmakta, otobüs firmaları mümkün olduğunca bu ailelere yardım etmeye çalışarak onları bilinmez geleceklerine taşımaktaydılar.
Birçok aile ilk kışı buldukları bir parkta, bir bankta, bir çadırın içinde geçirdiler. Yıllar önce Fatihpaşa’da yaptığımız bir araştırma sırasında bir zorunlu göç mağduru anlatıyordu ilk kışlarını:
“Köyden sadece üstümüzdeki kıyafetlerle çıktık. Çoğumuz ayağımıza ayakkabı veya terlik giyme fırsatı bile bulamadık, çıplak ayakla ilçe merkezine kadar kaçtık. Çocuklarımıza bir ekmek alacak paramız yoktu. Akrabalardan kısmen destek aldık. Üstümüze örtecek yorganımız, altımıza serecek kilimimiz yoktu. Çoğumuz ilk kışı yere herhangi bir şey örtmeden, beton üzerinde geçirdik.”[2]
Açlık ve sefalet bu ailelerin kaderi oldu. Köyünde, bahçesinde, tarlasında ekip biçen bu insanlar artık pazarlarda ot satıp, evlere temizliğe gidip, sokakta mendil satmaya başladılar. Devlet bu aileleri gittikleri yerde de rahat bırakmadı. Devletin takibi gittikleri şehirlerde gördükleri hakaretle birleşti. Doğudan gelmiş çok çocuklu Kürtlere kimse ev vermek istemedi. Aileler parçalandı. Çocuklar okuldan alınıp tekstile yerleştirildi, erkekler inşaatlarda çalışmaya başladı. Birçoğu da mevsimlik işçi olarak yollara düştü. Eskiden kendi topraklarını eken bu insanlar, artık başkalarının ürünlerini topluyorlar.
Geri Dönüş?
Bugün üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen zorunlu göç mağdurları için devletin uyguladığı ciddi bir program yok. AİHM’e yapılan başvuruların yoğunluğu nedeniyle zorunlu göçten yaklaşık 14 yıl sonra Mart 2004 tarihinde Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında 5233 Sayılı Kanun (Tazminat Yasası) çıkarıldı. Kanun kapsamında sadece maddi tazminatlar değerlendirildi ve onlar da gerçek değerlerinin çok altında verildi. Birçok aile bu yasaya başvuramadı, ya da başvurmadı. Bunun önemli nedenlerinden biri tazminat alabilmeleri için ailelere imzalatılmaya çalışılan “köyümü PKK yaktı” yazısı idi. Tazminat kanununun yürürlüğe girdiği tarihten 2013 Kasım ayına kadar Zarar Tespit Komisyonlarına yapılan toplam 364.092 başvurunun 331.014 adedi sonuçlandı, bunlardan 175.213 başvuru için tazminat ödenmesine karar verildi.
Köye geri dönüş için başlatılan bir diğer program ise kısaca KDRP denilen Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi idi. Dönmek isteyenlere evlerini yapabilmeleri için çeşitli inşaat malzemelerinin verildiği bu projeden daha çok korucular faydalandı. Nitekim Bölge Valiliklerine GÖÇ-DER ve Uluslararası İnsan Hakları İzleme Komitesi aracılığıyla iletilen dilekçelere verilen cevaplardan KDRP için ayrılan paranın çoğunun Valiliklerce yol yapımında kullanıldığını görüyoruz.
Barış süreci ile birlikte zorunlu göç mağdurlarının haklarının takipçisi olmak üzere kurulan Marmara Göç İzleme Platformu’nun Başkanı Şefika Gürbüz geçen ay katıldığımız bir toplantıda şu çarpıcı bilgileri veriyordu:
“İstanbul Küçükçekmece ilçesinde yaşayan göç edenlerin %54.4’ü bu projeleri (Köye dönüş ve tazminat) kabul etmemiş, %16.2’si eski yerleşim alanından başka bir yere yerleşmeyi kabul etmeme eğilimi göstermiştir. Yine Bağcılar, Esenler, Fatih ve Ümraniye’de yapılan araştırmalarda da benzer sonuçlar çıkmıştır. Tazminat yasasına başvuranların %60’ı yasanın maddi zararları tam telafi etmediğini düşünürken, %57 si de adaletin gerçekleşmediğini düşünüyor”.
Zorunlu göç mağdurlarının yaşadığı travmalar halen olanca şiddetiyle ortada duruyor. Bu aileler çoluk çocuk buldukları her işte çalışarak halen yaşam mücadelesi vermekteler. Van GÖÇ-DER’in araştırmasına göre bu insanların %60-70’i köylerine geri dönmek istiyor. Köye dönüşün artık mümkün olmadığını düşünenler de var. Muhakkak ki 20 yıldır büyük şehirlerin varoşlarında yaşayan bu insanların bir kısmı köylerine geri dönmek istemeyecektir. Ancak bu onlardan zorla alınan haklarının, evlerinin, mezarlarının, topraklarının, anılarının onlara geri verilmesine engel değil.
Bu hafta GÖÇ haftası. 14-21 Haziran arası Diyarbakır’dan Mersin’e, Van’dan Şırnak’a tüm Bölgede zorunlu göç konuşulacak. Bu vesileyle zorunlu göç mağdurlarını bir kez daha analım. Onların seslerine kulak verelim, yaşadıklarını anlamaya çalışalım. Onlardan zorla alınanların telafisi için onlarla birlikte mücadele edelim. 20 yıldır onlardan esirgenen desteği verelim.
Diyarbakır Fatihpaşa’ya zorunlu göç ile gelen bir kadının sözü ile bitirelim:
“Köyde kış hazırlığı için iki büyük küp kavurma yapardık. Bir yıl oldu çocuklarım et yüzü görmedi. Çocuklar ağlayarak, et istiyor. Kasaptan hayvan iç yağı aldım, kavurdum, çocuklarıma yedirdim. Sanırım köy ile buradaki yaşantımız arasındaki farkı anlatabildim.”[3]
14.06.2014, New York
[1] Nurcan Baysal, O GÜN, İletişim Yayınevi, 2014,sf.62.
[2] Zorunlu Göç Ve Etkileri-Diyarbakır, Kalkınma Merkezi Yayını,2009, Sf. 28