Aydın Abi duymasın, bendeniz hiçbir kaza falan geçirmeden, bel omurumdaki bir diski zedelemişim.
Bir aralar spor salonunda spor yapma işine çok sinir oluyordum. Bilirsiniz, insanlar bangır bangır techno müzik eşliğinde bisiklete binerken bir yandan kitap okuyorlar diye, onlara demediğimi bırakmıyordum.
Lance Armstrong bütün o bisiklet yarışlarını, kulağında techno müzik, kitap okuyarak kazanmaya çalışsa olur muydu? Ben denizde yüzerken gitar çalıyor muydum? Heykel yaparken börek yiyor muydum? Sporunu yap, sonra eve gittiğinde okursun Kolera Günlerinde Aşk’ı. Değil miydi?
İşte böyle sinir olurken olurken, bütün sorunumun “planlı programlı” olmak şartından kaynaklandığını farkettim.
Spor eğitmenleri “11 dakika koş, 8 buçuk dakika kürek çek, arada 3 yudum su iç, ardından 1 kez kafanı kaşı ve 2 kez tahtaya vur” gibi, 1 saat içinde gerçekleştirmem gereken zorunluluklar koyuyor, ben de bütün gün canımı çıkaran programlı olma işinden spor yaparken de kurtulamamanın verdiği sinirle, edebiyatsever-sporculara saldırıyordum.
Bu kez planı programı bıraktım. Spor salonuna ‘istediğin gibi takıl, istediğin saatte çık’ prensibiyle gitmeye başladım.
Amanın ne keyif. Triceps, biceps, allah ne verdiyse aynaya baka baka ittirip kaktırıyor, kendimce kaslarımı geliştiriyorum. İçim rahat, güle oynaya eve dönüyorum.
Geçen gün, konuyla ilgili pek gülüp oynayamadım.
23 Nisan tatilinden gelip yine 10 kiloluk torbaları “Lililiiii” diye kafamda taşıdığım o günün ertesi, belimde bir ağrı peydah oldu ve gittikçe bacağıma doğru yayıldı.
Sonraki gün de ağrıdan uyuyamayınca, bir arkadaşımın tavsiye ettiği bel ve boyun hastalıkları uzmanına gittim.
Kendisi gerçekten uzman. Çoook uzun yıllardır bu işi yapan, tonton bir doktor.
Olaya kendini öyle bir kaptırıyor ki, cep telefonu çalınca bana durumu anlatmaya devam ederek masa telefonunu açıyor.
Kulağında masa telefonu, cebinde bli bli çalan cep telefonu, bütün omur bölgesini gösteren bir maket üzerinde bana başıma gelen şeyin ne olduğunu anlatıyor.
“Senin 2 numaralı disk birazcıcık kaymış çocuğum. Bak bu diskler, canlı organizmalardır. Dışarı taşarlarsa, şu gördüğün sinire baskı yaparlar. Çok da iyi yaparlar, çünkü bu sayede ağrı olur ve bize olayı haber vermiş olurlar. Ya. İşte böyle. Süper bir şey. Aa, ne oldu? Niye ağlıyorsun çocuğum? Ameliyata gerek kalmayacak ki.”
Ciyaaak! Nee? Ameliyat mı? Fıtık mı oldum doktor bey ben? Fıttttık mı oldum? Kaç yaşındayım ben ya? Nasıl ya?
Kışın da romatizmalarım mı azacak? Siyatik mi olacağım? Osteoporoz mu çıkacak bende? Gut hastalığı geçirip, hipermetrop mu olacağım?
Köşeme oturup, gazeteyi bir metre uzakta tutarak okuyacak, sonra da ajansı izleyerek kahve mi içeceğim doktor bey? Bütün yaz evin bahçesinde çiçekleri mi okşayacağım? Apartmandaki gençlerin kapısını çalıp ‘Sessiz olun’ mu diyeceğim? Evde siyah terlikle mi dolaşacağım doktor bey? Kahverengi yelek mi giyeceğim ha? Söyleyin!
Ben nasıl sinir krizi geçiriyorsam, adam gülmekten kırıldı. “Yok yahu fıtık denmez. Çok hafif bir deformasyon. Rahat oool. Yahu bu cep telefonu neremde çalıyor allasen?"
Ağlaya ağlaya, “Bu benim başıma nasıl gelir?” diye düşüne düşüne çıktım doktorun odasından.
Gerçekten, nasıl olmuştu bu?
O gün bir arkadaşımla konuşuyorum. Üzerinize afiyet, 1 günlük resmi tatili fırsat bilip, kalabalık bir tatile gitmişiz. Onu konuşuyoruz.
“Her yerim ağrıyor,” diyor arkadaşım. “O son gece ne yaptıysak, hatırlamıyorum, nerede düştüm, kafamdan ayağıma kadar her yerim ağrıyor.”
Hmm.
Şimdi, Türkiye’nin canım 18-44 yaş arası internet kullanıcısı profili. Hiç bana toplum polisçiliği oynama. Sende de, yılda en az 1 kez, film kopuyor.
Sen de yılda birkaç kez, sabahtan akşama kadar boğuştuğun zor hayatı felekten bir gece çalarak unutmaya çalışıyorsun. Araştırmalara göre ayda 1 kez arkadaşlarınla dışarı çıkıyor, senede 1-2 kez kendini doğaya, denize, çiçeğe atma, “yıldızlara bakalııım, gece sahilde ateş yakalııım” isyanlarıyla, dozu kaçırıyorsun.
Sen de Hangover filmini izledin ve asansörde geçen şu diyalog çok tanıdık geldi:
-Neden hiçbir şey hatırlamıyorum?
-Çünkü çok eğlendik aslanım!
Ama senin başına, böyle bir geceden sonra, disk kayması, kafa kırılması gibi bir şey gelmedi.
Umarım benim de gelmedi. Her şey şuursuz spor kaynaklı.
Peki... Ya öyle değilse?
Eğleneceğim derken, her şeyi unutup sadece kahkaha atalım diye, hatırlamadığımız betonlara düşüp, diskleri kaydırıyorsak?
Modern zamanlarda, “yaşlılık hastalığı” olan veya öyle zannettiğimiz her şey, başımıza deşarj olma ihtiyacından gelecekse?
‘Biraz içip açılalım’dan fıtık olacaksak? ‘Gece denize girelim’den siyatik başlayacaksa? ‘Yuppiiii, yokuş aşağı koşalım’dan osteoporoz, ‘Sence ben şuraya tırmanabilir miyim’den gut hastalığı, ‘Şurada acayip bir müzik çalıyor koş’tan hipermetrop oluyorsa artık?
Ya artık büyüdüysek ama modern zaman, yaş maş dinlemeden kısrak enerjisi gerektiriyorsa?
Godzilla eforuyla çalışırken, ancak ejderha gibi davranarak deşarj olabiliyorsak?
Eğer deniz kenarında işten gelen telefonların stresi ancak çılgınlıkla atılabiliyorsa ve biz 20 sene daha emekli olamayacaksak... O zaman eski zamanlardaki gibi yattığın yerde siyatik, oturduğun yerde gut, uzandığın yerde osteoporoz olma ihtimali var mıydı?
Birden aydınlandım. Paraşütle uçabiliyorum diye romatizma geçirecektim ben belli ki. Gözlerim, ateşin üzerinden atlarken bozulacaktı. O gözlerle bir koltukta gazete okumaya değil, dünyanın bir ucunda yavru kaplanlara yakından bakmaya çalışacaktım.
Şirazesi kaymış diskimi sevecek, müstakbel osteoporozumu müstakbel kocamdan daha çok kollayacaktım.
Modern ruh tüketici-iş bitirici zamanların bana bahşettiği bu delirmiş mantığın verdiği psikopat gülümsemeyle tekrar kapısını çaldığım tonton doktorum, gülerek ilacımı yazarken, anlattığım varsayıma ihtimal vermedi.
“Cahili cühela gibi spor yaparsan olacağı budur canım. Tam tersi, bol bol yatıp dinleneceksin. Bu arada ben yazlığa gidiyorum. Bir süre yokum. Ajansı seyredip gazete okuyacağım. Beni cep telefonumdan arama... Duyuyorum ama bulamıyorum.”
Şu doktorların her şeyin eğlencesini kaçırmaları yok mu... Sinir oluyorum. Modern zamanlarda, ‘Kolera Günlerinde Aşk’ı okuyarak kanepede dinleniyorum.