28 Haziran 2020

Nazar Abi, some are very lucky while others have no luck

Yoksa bu da varsıllık - yoksulluk gibi mi? Bu konu da "şans" kimine çok çok, kimine hiç yok durumlarını mı söylüyor?

Yakup Dilmener'i Efes Pilsen reklamlarını üstlendiğimiz 1977 yılında tanıdım.

Efes'in üst kademesinde akıllı, fevkalade sevecen, yeterli ve yetenekli bir üst düzey yöneticiydi.

Anadolu Grubu çalışan yöneticilerine değer verir, onları yetiştirir ve yükseltir.

En azından o grupla çalıştığım 25 - 30 yılda farklı bir şey görmedim. Yakup o örneklerden biriydi. Öteki ve Yakup'tan sonra gelerek en tepeye yükselen bir örnek, İlker Keremoğlu'dur.

Demem o demek değil… Birkaç hafta önce Profesör Doktor Murat Dilmener'i kaybettiğimizi öğrenince yıllardır görüşemediğim Yakup Dilmener'i hatırladım.

Aradım, araştırdım, izini buldum, konuştum, sevindim, serinledim. Yakup da uzun ve belalı hastalıktan yeni kalkmış, evindeydi. Haberleşmeyi sürdürdük.

Ona bir video gönderdim, bir ayı yavrusunun hayatta kalma, annesine ulaşma çabası.

Yakup cevapladı: Nazar Abi, bazıları çok şanslıdır, kiminde ise şans sıfır!

Ben işte o çok şanslı olanlardan biriyim.

Bunları bugün (20 Haziran) Ian Holm'un öldüğünü öğrendiğimde düşündüm.

Şöyle düşünün: 1915'te Ermeni nüfusu 16.004 olan, 1921'de bu nüfusun buharlaşarak 1.400'e indiği Develi'de 1944'te 84 Ermeni ailesinden birine doğmuş bir çocuk. Baba demirci. Aile yoksul değil ama varsıl hiç değil. Orta II İstanbul, Tıbrevank Ermeni Ruhban Okulu, sonra İ.Ü. İngiliz Dili ve Edebiyatı. Sonra hayat…

Ermeniler, büyük çoğunlukla, İsmet Paşa'dan hazzetmez, DP iktidarını desteklerdi. Varlık Vergisi, 20 Tertip Nafia celbi, falan... Ve okumaya geldiğim Tıbrevank, Ermenilerin 20. yüzyılda gördükleri muhtemelen en muhteşem Türkiye Ermenileri Patriği olan Karekin Haçaduryan'ın dirayeti, dönemin iktidarının izniyle açılabilmiş bir okuldu (1953). Ve Tıbrevank, soykırımdan sonra açılabilmiş ilk ve tek okul olması, öğrencilerin seçimi ve doğdukları bir bütün Anadolu coğrafyası olması itibariyle, benim indimde bir sembol, bir direnme, bir inanç, irade ve inat bayrağıydı.

Bunları, derli toplu ve bir arada, ilk kez yazıyorum. O da, bir büyük ve uzun öykü ne kadar derli toplu yazılabilirse…

Patrik Haçaduryan, Tıbrevank öğrencilerinin İngilizceyi iyi öğrenebilmeleri için, İngiltere Anglikan kilisesinden donanımlı bir rahibi, Father Anthony David Harding'i İstanbul'a getirtmişti. Father Harding yatılı bir okul olan Tıbrevank'ta bizimle kalıyor, derslere giriyor, akşamları odasında ya klasik müzik plakları eşliğinde, ya Lawrence Olivier'in Shakespeare oyunlarının plaklarını çalarak, bizimle İngilizce konuşmaya çabalıyordu. (Bu çabaları sonucunda, galiba 1961 yılında, British Council'ın düzenlediği İstanbul liseler ve kolejler arası İngilizce şiir okuma yarışmasında Tıbrevank'tan katılan biz üç kişi, Yaşar Uçar, Kevork Malikyan ve ben, ilk üç sırayı alıyorduk. Ben Macbeth oyunundan Kral'ın Lady Macbeth'in ölümünü duyduğunda söylediği tiradı, tek kelimesini anlamadan, muhteşem okuyor, üçüncü oluyordum.)

Bu da bir başka hikâye…

Liseyi bitirince, 1962 Haziran'ında, Father Harding, beni ve Kevork'u bir geziye götürdü. İzmir, Efes, Pamukkale, Hierapolis, Antalya, Perge, Side, Aspendos... İki hafta... Bize sadece oraları gezdirmedi, öğretti. Doğduğum, yaşadığım ülkenin bir bölgesini bu ülkeye ilk kez gelen bir yabancıdan böyle etraflıca öğrenmenin beni nasıl utandırdığını bugün de hatırlarım.

Gelelim Ian Holm'a...

Father Harding Kevork Malikyan'ı Londra'da önce bir dil okuluna, sonra aktörlük okuluna aldırdı. Kevork, zaten çok yetenekli olduğundan, tiyatroda ve sinemada basamakları tırmandı, aranan bir aktör oldu. Ben ise filolojide İngilizcemin yetersiz kaldığını anlayınca, aldığım burstan vaz geçip Londra'ya, dilimi geliştirmeye gittim. 1964 Haziran'ı.

Bir şans eseri, Londra Üniversitesi Edebiyat Bölümü'ne konuk öğrenci oldum. Haftada bir gün, çarşambaları, trenle Cambridge gidip oradaki bir seminere katıldım. RAD'ın (Royal Academy of Dramatic Arts) kostümlü provalarına giriş kartı edindim. Peter O'Toole'un yanlış hatırlamıyorsam 3 kez sahnelenen Hamlet'ini seyredebilenlerden biriydim. Londra'ya gelen Pete Seeger'ın şarkılarına yerlere oturarak katılan az sayıdaki şanslıdan biri de bendim.

Vietnam savaşı protestosu için Lord Bertrand Russell'ın evinden başlayan yürüyüşe Joan Baez'le katılan, onun elini tutarak yürüyen biri oldum.

Bunlar, Yakup'un söylediği şanslılığa uygun değil mi?

Father Harding beni ve Kevork'u ailesinin evine davet etti. Annesi ve babasıyla tanıştık. Nasıl sığdık bugün bile bir bilmece, biz beş kişi, Father'ın Mini Morris arabasıyla Somerset'i, Devon'ı, Cornwall'ı turladık.

Sonra Father Harding'le Stratford - upon - Avon'a gittik. Swan - Inn adında minik, sevimli bir otele indik. Biletlerimiz alınmıştı, akşam IV. Henry'yi seyrettik.

Ian Holm Prens Hal'ü, Hugh Griffith Falstaff'ı ve Eric Porter IV. Henry'yi oynuyordu. Yönetmen Peter Hall'du. Ağzım açık kaldı. Hall 34, Holm 33 yaşındaydı. Bu ikiliye, hayranlığımın tükenmediği David Warner'ı da katmak gerekir.

Konumuz Holm olduğu için… Onu siz en iyi ve en yakın Lord of the Rings'den tanırsınız.

Ama Alien, Chariots of Fire, The Madness of King George gibi çok filmde onun damgası var.

Ama bu yazı Sir Ian Holm'la ilgili değil, yazı benim hakkımda. Acaba Yakup Dilmener haklı mı?

Türkiye'de benim çağdaşım hemen bütün yazarları, şairleri, heykeltraşları, ressamları, hem de çoğunu yakından tanıdım. Arkadaş, dost oldum.

Yoksa bu da varsıllık - yoksulluk gibi mi? Bu konu da "şans" kimine çok çok, kimine hiç yok durumlarını mı söylüyor?

Biliyoruz ki varsıllık - yoksulluk kader değil. Belki benim hikâyem de öyle…

Yazarın Diğer Yazıları

"Ferman padişahın..."

Bu konuyu parça bölük daha önce de yazdım. Lakin ne yaparsın, bu ülkede 10-20 yıl önce yazılanlar da günceldir; yayımla, yadırganmaz... Korkarım bu gidişle gelecek de güncel olacak. 20 Eylül Pazar günü Ruhi Su'nun 30. ölüm yıldönümü nedeniyle bir anma gecesi düzenlendi. Ruhi Su Dostlar Korosu, Boğaziçi Caz Topluluğu konser verdiler. Onun yaşamından, şiirlerinden kesitler, örnekler dinledik. BBC Türkçe radyosunun 1975'te Londra'da onunla yaptığı görüşmeyi izledik. Konuşmacıydım. Söylediklerimin özeti şöyle...

"
"