26 Eylül 2021
"Dünyanın karşı karşıya bulunduğu en ciddi yedi sorun nedir" diye sorulsa yanıtımız aşağı yukarı şöyle olurdu:
(i) Eşitsizlik, adaletsizlik, nepotizm (ii)Faşizm, etnik ayrımcılık, kadın ezilmişliği, farklı kimliklere karşı nefret söylemi, dinin siyasallaşması (iii) Emperyalizm, yükselen militarizm, savaşlar (iv) Yolsuzluk, müştereklerin gaspı, yetersiz kamu hizmetleri, güvencesizlik, engellilik (v) Salgın, işsizlik, hayat pahalılığı, derin yoksulluk (vi) Ekolojik çöküş, iklim yıkımı (vii) Göçler, mülteci akını, yükselen ırkçılık.
Bu sorunların hepsi birbiriyle ilişkili. Öyle ki biri büyüyünce diğeri de büyüyor ya da biri sönümlenince diğeri de sönümleniyor.
İki kısımdan oluşan bu yazımızda yoksulluk, güvencesizlik, faşizm, ayrımcılık ve iklim yıkımı ile doğrudan bağlantılı olan göçler ve sığınmacı/mültecilik olgusunu, özellikle de iklim krizi ile olan ilişkisi bağlamında ele alacağız.
Çok az insan doğduğu, yaşamının önemli bir kısmını geçirdiği topraklardan çok uzaklara taşınmak ister. Çünkü normalde insanlar işleri, aileleri, arkadaşları, kültürleri, alışkanlıkları gibi yaşam alanlarıyla kurdukları güçlü bağlar nedeniyle, mecbur kalmadıkça, yerlerini, yurtlarını terk edip gitmezler.
Diğer yandan yıllardır Hintliler, Meksikalılar asıl olarak Avrupa ve Kuzey Amerika'ya, Suriyeliler ve Afganistanlılar ise Türkiye'ye göç ediyorlar. Batıya gidenleri bu göçe zorlayan şey kuşkusuz yoksulluk, işsizlik ve ülkeler arasındaki gelir ve refah eşitsizlikleri gibi daha ziyade ekonomik nedenler. Türkiye'ye olan göçün asıl nedeni ise bu ülkelerde yaşanmakta olan iç savaşın beraberinde getirdiği insani ve ekonomik yıkım.
Bu nedenlere artık bir yenisini daha eklememiz gerekiyor: İklim değişikliği ya da iklim yıkımı. Öyle ki artık 'iklim mültecileri' diye bir kavramı da kullanmaya başladık. Ancak pratikte iklim değişikliğinin bu yönünden, yani yeni yeni sığınmacılar yaratma özelliğinden çok da söz edilmiyor. Oysa bilimsel araştırmaların bulguları bize yakın geleceğin en önemli krizlerinden birinin iklim değişikliği kaynaklı krizler olacağını söylüyor.
Bu gerçekle yüzleşebilecek bilgi ve bilince, kararlılığa sahip miyiz yoksa bu tür göçleri de, şu an yaygın biçimde yapıldığı gibi, metafizikle ya da ırkçı saik ve davranışlarla ele almaya devam mı edeceğiz?
Öncelikle, genel olarak uluslararası göçlerin ve bunun bir alt biçimi olarak sığınmacılığın dünyada önemli boyutlara ulaştığının altını çizelim.
Birleşmiş Milletler (BM) tarafından hazırlanan son rapora göre (1); 2020 yılında dünyada toplam 281 milyona yakın uluslararası göçmen var (toplam dünya nüfusunun yüzde 4'üne yakın) . Bu, dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesi olan Endonezya'nın nüfusuna eşit bir rakam. Dahası 2010-2020 dönemini kapsayan son 10 yılda göçmen sayısı 60 milyon arttı. Çıkış ülkeleri itibarıyla, en fazla dış göç veren ülkeler sırasıyla; Hindistan, Meksika, Çin, Rusya ve Suriye.
Rapora göre, göçmenlerin içinde sığınmacı olarak tanımlananların sayısı (2020 yılında) 34 milyona ulaştı. Yani her 100 göçmenden 12'si sığınmacı, kısaca zorunlu koşullar yüzünden göç ediyor. Sığınmacı sayısı hem genel göçmen sayısından, hem de dünya nüfusundan çok daha hızlı artıyor, öyle ki son 10 yılda sığınmacı sayısı 17 milyon arttı. 2020 yılında sığınmacı olarak göçe zorlanan her 5 kişiden 1'i Suriyeli idi (toplam 6,7 milyon). Bunu 5,7 milyon ile Filistinliler ve 3,6 milyon ile Venezüellalılar izledi.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin (UNHCR) bu yılın Ağustos ayında yaptığı bir açıklamaya göre ise (2), dünyadaki göçmenler arasında sığınmacıların sayısı daha da arttı. Zira Taliban'ın bu ayın başlarında Afganistan'ı ele geçirmesi, on binlerce insanın ülkeden kaçmasına neden oldu. BM Mülteci Ajansı'nın rakamlarına göre, hali hazırda yerlerinden edilmiş olan 3 milyon kişiye ek olarak Ocak ayından bu yana 550 binden fazla Afgan ülke içinde göç etti. Ayrıca Kabil Hava Limanından 12 binden fazla Afgan ABD uçaklarıyla tahliye edildi (İran üzerinden Türkiye'ye giren Afganlıların tam sayısı ise bilinmiyor).
UNHCR, 2020 ortası itibarıyla başka ülkelere sığınan 26,4 milyon mülteci statüsüne sahip olmak üzere toplam 30,6 milyon insanın sığınmacı olduğunu, (Kolombiya'ya göç eden Venezüellalılarla birlikte 34 milyonu aşıyor) ayrıca (2019 yılı sonu itibarıyla) kendi ülkesi içinde zorunlu göçe uğrayan 45,7 milyonun da dâhil edilmesiyle toplam 79,5 milyon insanın zorunlu göçmen konumunda olduğunu ileri sürüyor. (3)
Yine Dünya Bankası'nın bir raporuna göre, (4) Covid-19 salgını yüzünden yaşanan iş ve gelir kayıpları, silahlı çatışmalar/ savaşlar ve iklim değişikliği küresel yoksulluğu ve yoksunluğu daha da artırdı. Öyle ki 2020 yılında 88-115 milyon ve 2021 yılında ilave 35 milyon olmak üzere küresel aşırı yoksul sayısı 110-115 milyonu bulacak. Bu durum dünyadaki sığınmacı sayısını daha da artıracak.
Diğer yandan, göçmenlerin gittikleri bölgelere ve ülkelere göre dağılımı ile sığınmacıların dağılımı arasında asimetrik bir durum söz konusu. Öyle ki uluslararası göçmenlerin yüzde 52'si Avrupa ve Kuzey Amerika'daki gelişkin ülkelerde ve yüzde 17,8'i Kuzey Afrika ve Batı Asya'da yaşıyor. Sığınmacıların ise (5) sadece yüzde 16,8'i gelişkin ülkelerde, buna karşılık yüzde 83,2'si (yarıdan fazlası Asya'da), yani çok büyük bir çoğunluğu azgelişmiş ülkelerde barınıyor. Avrupa'daki sığınmacı oranı ise sadece yüzde 12,5.
Aynı rapora göre, sığınmacıların sığındıkları ülkelerin başında yaklaşık 3,7 milyon civarında sığınmacı ile Türkiye gelirken (toplam sığınmacılar içindeki payı yüzde 13'ten fazla), onu 2,9 milyon ile Ürdün, 2,2 milyon ile Filistin, 1,6 milyon ile Lübnan ve her biri 1,4 milyon ile Almanya, Pakistan ve Uganda izliyor. Yani Türkiye'deki sığınmacı sayısı Avrupa'daki toplam sığınmacı sayısından daha fazla.
Kısaca sığınmacılar sanıldığı gibi gelişkin ülkelere değil, asıl olarak azgelişmiş ülkelere sığınmak durumunda kalıyorlar. Bu da hem sığınanların, hem de sığındıkları ülkelerin sosyal ve ekonomik durumlarını olduğu kadar siyasal durumlarını da etkiliyor.
Bir başka anlatımla, başta Merkez kapitalist ülkeler olmak üzere küresel kapitalist sistemin neden olduğu göç ve sığınmacılık sorunu, bu sorunun ortaya çıkışından en az sorumlu olan ya da hiç sorumluluğu bulunmayan azgelişmiş Çevre ülkelerine aktarılmış durumda.
Merkez ülkeler, sığınmacıları aralarında Türkiye'nin de bulunduğu "tampon ülke" olarak tabir edilen sınır ülkelerde tutma politikası izliyor. Bu yönde olmak üzere, Avrupa Birliği'ne üye olmaya aday ülkelere, AB fonlarından yararlanabilmeleri için sığınmacıları ülkelerinde tutması, Avrupa'ya göndermemesi koşulu dayatılıyor. AB adayları dışında 22 ülkeye de benzer gerekçelerle parasal yardım yapılıyor. (6)
Böylece süper kârlı bir sektör haline gelen göç ve sığınmacı sektörünün nemasını Merkez ülkelerin çok uluslu şirketleri elde ederken, tampon ülkeler kendilerine verilen mali yardımların karşılığında bu sorunla boğuşmak durumunda kalıyorlar. Böyle olunca da insan hakları karnesi zaten çok kötü durumda olan bir çok tampon ülkedeki sığınmacılar her türden insan hakkı ihlaline uğrayabiliyorlar.
En fazla sığınmacının geldiği ülke olarak Türkiye'de bu sorunun çok daha yakıcı bir biçimde kendini göstermesi kaçınılmaz. Üstelik bu rakamlara ABD'nin Afganistan'dan çekilmesinin ardından İran üzerinden gelen Afgan sığınmacılar dâhil değil.
Bir başka anlatımla ülkedeki Suriyeli sığınmacı sorunu hafife alınacak bir sorun değil. Öyle ki bir boyutuyla bu sorun siyasal manipülasyonların aracı olarak kullanılıyor. Diğer boyutuyla sığınmacılık sektörü çok kârlı bir sektöre dönüşmüş durumda.
Öte yandan sığınmacılara olan yaklaşım genel olarak insan haklarıyla ilişkilendirilmiş bir yaklaşım olmaktan ziyade, konuya bir ulusal güvenlik sorunu gibi yaklaşılıyor. Bu durum ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, sığınmacılara karşı fiziki saldırıları artırıyor.
Bir başka anlatımla, mülteciler, sığınmacılar, ana akım medya ve bazı siyasetçiler ve siyasal partiler tarafından, ülkedeki asıl sorunların üzerini örtmek amacıyla bir oyalama politikası olarak veya seçmen korkularından siyasi rantlar devşirebilmek için şeytanlaştırılıyor, günah keçisi yapılıyor. Bu da, maalesef, uzun süredir ekonomik ve sosyal krizlerle boğuşan her toplumda karşılık bulabiliyor.
Öyle ki yakın tarihli bir ankete göre, neredeyse her üç Avrupalıdan biri "diğer gruplara göre sığınmacıların potansiyel olarak daha fazla suça eğilimli" olduğunu düşünürken, "sığınmacıların terör eylemlerinin gerçekleştirilmesi olasılığını artırdığına" inananların sayısı bunun neredeyse iki katı düzeyinde. (7)
Türkiye'de de yer yer yaşanan fiziki saldırıların dışında, en temel insan hakkı olan içme suyunun dahi Suriyelilere T.C. vatandaşlarına sunulan fiyattan daha pahalı verilmesi gibi önerileri ortaya atan politikacılar olduğunu anımsayalım.
Öncelikle Türkiye'deki sığınmacıların statüleri ile ilgili belirsizliklerin sürdüğünün altını çizelim. Nitekim pratikte "göç", "sığınma", "iltica", "göçmen", "sığınmacı" ve "mülteci" kavramları çoğu kez birlikte ve birbirlerinin yerine kullanılıyor.
Oysa bu tanımlar birbirlerinden farklı anlamları, hukuki hak ve statüyü ifade ediyor. Öyle ki sahip oldukları statüye göre sığınmacıların bazı hakları doğuyor, hükümetin ise sorumlulukları ortaya çıkıyor ya da tersi. Kısaca sanıldığı gibi Türkiye'deki Suriyelilerin (BM düzenlemelerine uygun olarak) fiilen her türlü haktan ya da imkândan yararlanmaları söz konusu değil.
Konuyu biraz açalım.
Uluslararası göç literatüründe 'göç'(migration): "Bir kişinin veya bir grup insanın uluslararası bir sınırı geçerek veya bir devletin sınırları içinde yer değiştirmesidir. Süresi, yapısı ve nedeni ne olursa olsun insanların yer ve nüfus hareketleridir. Buna, mültecilerin, yerinden edilmiş kişilerin, ekonomik göçmenlerin, aile birleşimi gibi farklı amaçlarla hareket eden kişilerin göçü de dâhildir".
Göçmen (migrant) terimi ise, sosyal ve maddi bakımdan şartlarını daha iyi hale getirerek, bireysel ve ailelerine yönelik beklentilerin gerçekleştirilmesi hedefiyle bulunduğu yerden başka bir yere hareket etmiş birey ve aile üyelerini anlatır.(8)
Buna karşılık sığınmacı (asylum seeker), ciddi zarar ve zulümden kurtulmak için, ülkesi haricinde bir ülkede güvenlik arayışında olan ve ilgili ulusal ya da uluslararası belgeler çerçevesinde mültecilik statüsü için başvuruda bulunarak neticesini bekleyenleri tanımlamak için kullanılıyor.
Son olarak, mülteci (refugee) ise 1951 Cenevre Sözleşmesi'nin birinci maddesine referans verilerek şöyle tanımlanıyor: "Mülteci, ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti ve siyasi görüşleri yüzünden haklı bir zulüm korkusu nedeniyle vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve söz konusu korku yüzünden, ilgili ülkenin korumasından yararlanmak istemeyen kişidir." (9)
Türkiye Avrupa dışından gelen insanları mülteci olarak kabul etmiyor, onlara geçici koruma sağlayarak üçüncü ülkelere güvenli geçişlerini hızlandırmaya çalışıyor. Yani Avrupa kökenli olmayanlara kapılarını tamamen kapatmazken, onlara belli koşullarda, üçüncü bir ülkeye yerleşene kadar "geçici sığınmacı" statüsü tanıyor.
Bu tanımlama altında, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü'nün verilerine göre (10): 2012 yılında Türkiye'deki "geçici koruma altındaki Suriyeli" sayısı 14,237 iken, bu sayının Şubat 2021 tarihi itibariyle 3.655.067'e ulaştığı görülüyor. Kayıt yeri esasına göre (3 Şubat 2021 itibarıyla) en fazla Suriyelinin bulunduğu il 520,343 kişi ile İstanbul. Bunu Gaziantep (450,407), Hatay (434,460), Şanlıurfa (422,106), Adana (252,968), Mersin (223,959), Bursa (178,584), İzmir (147,792), Konya (118,404) ve Kilis (105,211) takip ediyor.
Merkez ülkeler sığınmacıları üçüncü ülkelerde tutarken, bunların genç ve nitelikli olanlarını kendi ekonomik durgunluklarından çıkmak için bir araç olarak kullanıyor.
Öyle ki bir dönemin IMF Başkanı C. Lagarde, Huffington Post adlı bir gazete ile yaptığı söyleşide; Suriye sığınmacı krizinin, iktisadi durgunluktan bir türlü kurtulamayan Avrupa ekonomilerini ayağa kaldırması konusunda işe yarayabileceğini söyleyerek, bu konuda da özellikle Almanya'yı işaret etmiş ve bütçe fazlası olan, ama ciddi genç nüfus açığı da olan bu ülkenin bu fırsatı değerlendirmesinin gerekliliğini vurgulamıştı. (11)
Gerçekten de Almanya'da genç emek gücünün hızla azaldığı biliniyor. Bir rapora göre (12) Almanya kısa bir süre sonra 1,5 milyon genç nitelikli işgücü açığı sorunu ile karşı karşıya kalacak. Çünkü (13) 2015 yılında Almanya'daki 65 yaş üstü nüfus toplam nüfusun yüzde 21,2'sini oluşturuyordu. Buna karşılık aynı yıl bu oran Suriye'de sadece yüzde 4,1 idi.
Kısaca, daha genç, örgütsüz, her şeyi yapmaya ve her koşulda çalışmaya mecbur ve hazır insan daha fazla verimli emek gücü, bu daha fazla üretim, daha fazla sömürü, daha fazla kâr, daha fazla sermaye ve servet birikimi demek.
Türkiye'de benzer bir yaklaşımı bir zamanlar bir sermaye örgütünün liberal bir yöneticisi de dile getirmiş ve "ülkenin ekonomik çıkarları" gerekçesinin ardına sığınarak, Suriyeli sığınmacılar konusunun nasıl bir piyasa projesi gibi ele alınabileceğini ortaya koymuştu.
Ona göre, Suriyeli göçmenlerin bir bölümünün T.C vatandaşı olabilmesine dair bir perspektif olmadan Türkiye'nin bu göçmen akımından fayda sağlaması mümkün değil. Türkiye özellikle de ihracat sektöründe olmak üzere yüksek öğrenimli genç ve ucuz Suriyeli işgücünden faydalanmalıdır. (14)
AKP'nin eski genel başkan yardımcısı Yasin Aktay'ın "Antep'teki patronların Suriyelilerden çok memnun oldukları, Suriyeliler olmazsa Antep ekonomisinin çökebileceği, Antep'in yıllarca işgücünü Güneydoğu'dan çektiği ama artık eskisi gibi buralardan yeterince işçinin gelmediği, Suriyelilerin bu açığı kapattığı" yönündeki sözleri (15) ise Türkiye'de hem sermaye çevrelerinin, hem de iktidar blokunun Suriyeli sığınmacılara sömürebilecekleri ucuz işgücü olarak baktıklarının somut kanıtı niteliğinde.
Özetle böyle yaklaşımlar bir insanlık felaketinin, yüzyılın belki de en büyük dramının müesses nizam tarafından nasıl bir kâr yaratma fırsatı olarak manipüle edilebileceğinin en çarpıcı örneklerini oluşturuyor.
Kapitalizmin içine girdiği çoklu krizler giderek çok daha fazla insanı göçe zorluyor. Ulus devletlerse (buna bir yanıt olarak) bir yandan giderek daha fazla güvenlikçi politikalara yönelirken, artık sektör haline gelmiş olan sınır güvenliğinde rol alan büyük sermaye şirketleriyle birlikte adeta proje ortağı gibi çalışıyorlar. Bu devletler sorunu bir güvenlik sorunu olarak görüp böyle ele aldığında, sorunun asıl olarak bir insan hakları sorunu olduğu gerçeğinin üzeri örtülüyor, milyonlarca insan hakları ihlallerine uğruyor.
Sınır güvenliği ya da göç-sığınmacı sektörü o kadar kârlı bir hale geldi ki bu alanda ürün ve hizmet sağlayıcı konumundaki çok uluslu şirketler sığınmacı krizinin daha da derinleştirilmesi konusunda devletleri etkilemek için yoğun lobicilik faaliyetlerinde bulunuyorlar.
Bu yüzden de günümüzde artık "Sınır/Göç-Sanayi Karması" gibi bir sektörden söz ediliyor (tıpkı Askeri –Sanayi Karması gibi). Kaldı ki dünyanın önde gelen sınır sanayilerinin lideri konumundaki şirketler aynı zamanda askeri alanda faaliyet gösteren şirketler. Bunlar ürettikleri ürünleri giderek büyüyen bu sektörde pazarlamak istiyorlar ve bunu da beceriyorlar.
Sektör krizlerden etkilenmiyor, aksine hızla büyüyor
Bu sektör çok hızlı büyüyor. Kriz dönemlerinde uygulanan kemer sıkma önlemlerine tabi olmadığı gibi, ekonomik krizlerden de etkilenmiyor.
Bu yılın Mart ayında yayınlanan bir rapora göre, dünyada bu sektör yılda ortalama yüzde 7,2 - yüzde 8,6 oranında büyürken, piyasanın 2025 yılına kadar yıllık 65-68 milyar dolarlık bir büyüklüğe erişmesi bekleniyor.
En hızlı gelişimi ise biyometri ve yapay zekâ ürünleri gösteriyor. Her ikisi de göç/ sığınmacı sektörü açısından son derece önemli. Öyle ki 2019 yılında biyometrinin 33 milyar dolarlık bir cirodan 2024 yılında 65,3 milyar dolara çıkması bekleniyor. Yapay zekâ ürünleri ise 2025 yılında 190,6 milyar dolarlık bir büyüklüğe erişecek. (16)
Sektörün sınır güvenliği (izleme/gözetleme, sınır duvarı ve çitleri), biyometri ve akıllı duvarlar (göz taraması ve parmak izi), göçmen muhafaza ve iade merkezleri ve danışmanlık işleri gibi segmentleri söz konusu.
Bu sektörde faaliyet gösteren Airbus, Deloitte, Eurasylum, Lockheed Marin, PwC, Thomson Reuters, Thaler, IBM ve Unisys gibi bazı uluslararası şirketlerin isimlerini zikretmek dahi sektörün büyüklüğünü anlatmak için yeterli.
Keza sektör sermaye yoğun bir sektör olduğundan finansal yatırımcılar da devrede. The Vanguard Group, Blackrock, Capital Research and Management bunlardan bazıları. Ayrıca en büyük üç Avrupa kökenli silah üreticisi olan Airbus, Thales ve Leanordo (ki bunların hisselerinin bir kısmı devletlere ait) sınır güvenliği konusunda oldukça faal konumdalar.
Sınır/Göç-Sanayi Karması bu gelişmelerin hem sonucu, hem de nedeni. Yani bu kavram sınır izleme, militarizasyon ve finansal çıkarlar arasındaki rabıtayı, kamu ve özel sektör çıkarlarının birleştiği yeni bir alanı anlatıyor. (17)
Tıpkı Covid-19 salgını gibi iklim krizi de mülteciler üzerindeki baskıların artırılması, sınırların militarizasyonu ve gözetimi faaliyetlerinin yoğunlaştırılması için bir araç olarak kullanılıyor.
İklim krizine ilave olarak, devletlerin ve sermayenin doğal kaynaklar ve toprakları fosil yakıt üretimi, maden çıkarımı, hatta yenilenebilir enerji üretimi gibi amaçlarla gasp etmesi de mevcut toplumsal rahatsızlıkları, çelişkileri, muhalefeti ve bunları bastırmaya dönük baskıları daha da artıracak. Bu da yeni ekolojik ve sosyal sorunlara neden olacak, zorla yer değiştirmeler, ülke içi göçler ve başka ülkelere sığınma girişimleri artıracak.
İşin kötüsü, her ne kadar 2020 Ocak ayındaki BM İnsan hakları Komitesinin aldığı karar iklim değişikliğinin zorlaması yüzünden göç edenlerin zorla geldikleri ülkelere geri gönderilemeyeceğini öngörse de (18), bir bütün olarak mevcut durum iklim göçmenleri için hiç iç açıcı değil. Bu tür göçmenler de gittikleri ülkelerde düşmanca davranışlarla karşılaşıyorlar.
Bunun asıl nedeni de kapitalist sistemin neden olduğu bu denli ciddi bir sorunun topluma müesses nizamın sözcüleri ve kurumları tarafından çarpıtılarak anlatılması. Yani Sınır/Göç-Sanayi Karması ve askeri çıkarların iklim değişikliğini ulusal ve uluslararası bir güvenlik sorunu olarak gösterebilme becerisi. Böyle bir yaklaşım sınır duvarlarını, bombaların, silahların ve insansız hava araçlarının üretimini ve kullanımını meşrulaştırmaya hizmet ediyor.
Özcesi, sığınmacılık sorununun bir güvenlik sorunu olmaktan ziyade insan hakları sorunu olduğu ve bunun temelinde de kapitalist kârların, siyasi rantların, savaşların, emek ve çevre sömürüsünün olduğu sabırla anlatılmalı, ırkçılığa ve savaşlara karşı uluslararası bir karşı duruş sergilenmeli.
Sonraki yazı: İklim Mültecileri (İklim krizi, göç ve sığınmacı ilişkisi)
Dipnotlar
Suriye’nin işgalinin bölgedeki jeopolitik ve Suriye’nin komşularının iç siyasetlerine etkileri açısından büyük etkileri ve sonuçları olacağı açık
Son haftalarda Türkiye, Esad rejiminin Ankara ile ilişkileri normalleştirme çabalarını reddetmesinin ardından isyancı örgütlere yeşil ışık yaktı. Elde edilen sonuç dikkate alındığında, bundan böyle Türkiye muhtemelen ülkedeki en etkili dış aktör olarak ortaya çıkacaktır
“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor
© Tüm hakları saklıdır.