09 Eylül 2021

Orta Vadeli Program: Ortaya vasat propaganda belgesi

Büyüme ile ilgili olarak, iktidarın açıktan kabullenmediği ama OVP’de itiraf edilen bir gerçek söz konusu. 2024 yılı sonunda dahi, 2013 yılındaki kişi başı gelir düzeyini tekrar yakalayabilmek mümkün olamayacak.

*Mustafa Durmuş

Daha önce Bakan Berat Albayrak, adını “Yeni Ekonomi Programı” (YEP) olarak değiştirip sunmuştu, bu yıl adı tekrar Orta Vadeli Program (OVP) oldu.

Ancak ad değişse de içerik değişmedi. Bir kez daha, her yıl birbirinin benzeri söylemlerden, yerine getirilmesi imkânsız vaatlerden ve iktidarca sergilenen ekonomik performansa yapılan övgülerden oluşan bir belge ile karşı karşıyayız. OVP, 5018 sayılı kanunda öne sürüldüğü gibi, ne “kamu için zorunlu”, ne de” özel sektör için yol gösterici” özellikler taşıyor. Kendi geleceği belirsiz bir iktidarın böyle işlevlere sahip bir program yapması da beklenmemeli.

Üstelik Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi altında bu program Saray’da hazırlanıyor ve Saray tarafından onaylanıyor. Bu yıl bir gelişme daha yaşandı ve Bütçe Sürecinin asıl belgelerinden olan Orta Vadeli Mali Plan’ın hazırlanmasından vaz geçildi. Artık ikisi bir arada sunuluyor.

Bir yanıyla “peri masalı”

Programı hazırlatanların, hazırlayanların sınıfsal karakterleri, ideolojileri, beklentileri değişmediği gibi, böyle programlar yıllardır gerçeklerden uzak, bir “fairy tales”, yani “peri masalı” tadında hazırlanıyorlar. Buna rağmen topluma ciddi ekonomik analiz ve politika önermeleri, ekonomide önemli yol haritası gibi sunuluyorlar.

Aslında 5018 Sayılı Yasa zorunlu kılmasa belki bu zahmete de girişilmeyecek. Öyle ya  “omniscient, omnipotent, omnipresent”(⁎) bir karar verici varken böyle fani belgelere neden ihtiyaç olsun ki?

Giderek daha az ciddiye alınıyor

Diğer yandan iktidar bloğunca hazırlanan diğer makro belgelerde olduğu gibi,  OVP de artık giderek daha az ciddiye alınıyor. Bunu son OVP’ye verilen tepkilerden de görebiliyoruz. Öyle ki bunu, programın abartılı iyimserliğine vurgu yaparak, “Alice Harikalar Diyarında Belgesi” diye tanıtanlar oldu. (1)

İşin doğrusu, iç tutarlılıktan yoksun, bilimsel öngörü ve hesaplamalara göre hazırlanmış bir ulusal kalkınma planına dayanmayan, hazırlayanları sadece  “cek ve cak”larla biten vaatlerle bağlayan bir programın bu şekilde eleştirilmesi sadece siyaseten değil, teknik olarak da haksız gözükmüyor.

Türkiye toplumu, emekçiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, STK’lar ve siyasal partiler zaten bu program hazırlanırken dışarıda tutuluyorlar. Bütçe Hakkı’nın kullanımı ise, ironik bir biçimde,  bu OVP’de “döner sermaye gelirlerinin Merkezi Yönetim Bütçesi içine alınması” vaadiyle (2) sınırlı tutulmuş. Bu “bütçe hakkının bir gereği mi, yoksa her türden gelire el koyma arzusu mu”, diye de sormak gerekiyor.

Sermaye kesiminin de ilgisi az

Genelde sermaye kesimi de, daha önceki programların hedeflerinin tutmadığının bilincinde olarak, bu tür programlara pek ilgili değil. Özellikle de iktidar blokuna yakın sermaye çevreleri ilgilerini (muhtemelen) kendilerine ne tür yeni ticari imkânlar, teşvikler, yeni ihaleler verilebileceği konusu ile sınırlı tutuyor ve işlerini kendi bildiklerine göre yapıyorlar.

Özetle (2022-2024) OVP’si bu haliyle ayrıntılı bir değerlendirmeyi hak etmiyor. Böyle değerlendirmeleri özendirecek bir biçimde de hazırlanmamış zaten. Belgeye bir tür “dostlar alışverişte görsünler” ruh hali hâkim. Bu yüzden de sistematik bir değerlendirmeye girmeksizin bazı noktalara değinmek yeterli olacak.

Büyüme masalı

Ekonomik büyüme tahminleri ile başlayalım. Öyle ya mevcut iktidar da, tıpkı tüm diğer burjuva iktidarlar gibi, ekonomik büyümeyi (adeta bir halı gibi)  kiri örten bir örtü gibi kullanıyor. Ekonomi büyüdükçe bir başarı hikâyesi yazılıyor ve böylece işsizlik, derin yoksulluk, yolsuzluklar, adaletsizlik ve ayrımcılık gibi diğer ekonomik ve sosyal sorunlar bu halının altına süpürülüp göz ardı edilmeye çalışılıyor. Bu yüzden de, zaman zaman hatalı ya da manipüle edilmiş büyüme rakamlarıyla karşılaşabiliyoruz.

Örnek vermek gerekirse, baz etkisiyle, Kovid-19 salgınının ikinci yılının ikinci çeyreğinde dünyada çok sayıda ülkede ekonomik büyüme oranları yüzde 20’lerin üzerinde çıkarken, bizimkiler bizde gerçekleşen yüzde 21,7’lik büyümeyi sadece bize mahsus bir başarı gibi yansıttılar ve buradan bir toparlanma başarısı hikayesi çıkartmaya çalıştılar.

Bir kez daha potansiyelinin üzerinde bir büyüme hedefi

Yeni OVP’ye göre; bu yıl ekonominin yüzde 9, seneye yüzde 5 ve diğer iki yıl yüzde 5,5’er oranda büyümesi bekleniyor. Yani önümüzdeki üç yıl ekonominin yılda ortalama 5,3 büyümesi öngörülüyor. (3) Oysa bu hedef Türkiye ekonomisinin büyüme potansiyelinin üzerinde bir hedef (yaklaşık yüzde 1 puan üzerinde). O potansiyel de, her şey yolunda giderse gerçekleşebilecek bir durum.

Salgının yeni varyantlarıyla yeniden saldırıya geçtiği, geçen yıl aynı aylara göre vaka ve ölüm sayılarının neredeyse 10 kat daha fazla olduğu ve bu durumun bir müddet daha böyle gideceği, bunun genel olarak üretimi, hizmetleri, eğitim ve sağlık alanlarını, işgücü verimliliklerini, turizmi olumsuz etkileyeceği gerçeği ortada iken ekonomi yılda yüzde 5,3 gibi seviyelerde reel olarak nasıl büyüyebilir?

İtiraflar!

Büyüme ile ilgili olarak, iktidarın açıktan kabullenmediği ama OVP’de itiraf edilen bir gerçek söz konusu.

Kişi başı gelir 2013 yılında 12,519 dolardı. Yani, eşit dağılmasa da, kişi başı gelir ölçütü ile açıklanan ortalama insanımızın refahı 2013 yılında, bugüne göre, yüzde 24 daha yüksekti (3,000 dolar fazlaydı). O yıldan bu yana refahımız sürekli azaldı ve 2020 yılında bu gelir 8,597 dolara düştü. Bu yıl 9,489 dolar olması beklenirken, ancak önümüzdeki 3 yılın sonunda bu rakam 11,465 dolara çıkabilecek. Yani 2024 yılı sonunda dahi, 2013 yılındaki kişi başı gelir düzeyini tekrar yakalayabilmek mümkün olamayacak.

Bir an 7 yıl geriye gidelim ve konulan hedefleri ve verilen sözleri hatırlayalım. 10’uncu Kalkınma Planı’nda (2013) ekonominin 2023 yılında 2 trilyon dolar, kişi başına gelirin ise 25,000 dolar olacağı açıklanmıştı. Aradan sadece 7 yıl geçti ve hedefler 2023 için ekonominin büyüklüğü olarak 925 milyar dolara ve kişi başına gelir de 10,703 dolara kadar düşürüldü. Yani Cumhuriyet’in 100’ncü yılında (2023) ilkinin yüzde 46’sı ve ikincisinin yüzde 43’ü ile yetinmek durumunda kalacağız (o da işler beklendiği gibi giderse) .

Kaldı ki, milli gelir eşit dağılmadığı gibi, bu geçen yıllar boyunca bölüşüm eşitsizliği daha da arttı. Öyle ki işçilerin ücret biçiminde milli gelirden aldıkları pay üçte bire, hatta onun da altına kadar geriledi.

Nitekim bu yılın ilk çeyreğinde işçilerin milli gelirden aldıkları pay yüzde 35,5 iken, ekonominin yüzde 21’den fazla büyüdüğü ikinci çeyrekte bu pay yüzde 32,9’a düştü. Buna karşılık bu altı ayda sermayedarın kâr olarak aldığı pay yüzde 45,7’den yüzde 49,8’e yükseldi. (4) Kısaca ekonomi büyürken bu büyümeden emekçinin aldığı pay azaldı, buna karşılık sermayedarın payı arttı.

Ucuz emek sömürüsüne dayalı, yoksullaştırıcı bir ihracat

Program, büyümenin asıl olarak iç talepteki artışla (hem tüketim, hem de yatırım mallarına olan) sağlanacağını ileri sürüyor. Bu noktada bu denli baskılanmış işçi ücretleri ve diğer emek gelirleri ve böyle bir finansal istikrarsızlık ve belirsizlik ortamında bunun nasıl sağlanabileceği kuşkulu. Belli ki yine kredi-borçlandırma pompalamasına başvurulacak.

İhracatın ise büyümeye pozitif katkı vermeyi sürdüreceği vurgulanıyor. Hatırlayalım 10’uncu Kalkınma Planı’nda ihracat hedefi 2023 yılı için 500 milyar dolardı. Bu 11’nci Planda (2019) 227 milyar dolara düşürüldü. Son OVP’ de ise 242 milyar dolar olarak belirlendi. Yani son 7 yılda hedef yarıdan fazla düşürüldü. Alın size müthiş bir bilimsel (!) öngörü hikâyesi daha.

Dahası ihraca artışı , artık daha ziyade ucuz emek sömürüsünün yanı sıra asıl olarak kayıt dışı mülteci emeği ile ve Türk Lirasının dolar ve avro karşısında ciddi anlamda değer kaybetmesi ile yürüyor.

Bunu T.C. Merkez Bankası’nın açıkladığı Reel Efektif Döviz Kuru Endeksi’nden (REK) görebilmek mümkün. Zira bu ay TÜFE bazlı REK 62,89’a; Birim İşgücü Bazlı REK (2020 yılı sonunda) 57,16’ya kadar geriledi. (5)

Hatırlatalım, REK ülkeler arasındaki göreli fiyat veya maliyet gelişimi hakkında bilgi içeriyor, dolayısıyla ekonomilerin rekabet güçlerinin değerlendirilmesinde kullanılan anahtar makroekonomik göstergelerden biri olarak kabul ediliyor.

Böylece bir ülkenin reel efektif döviz kuru endeksi 100’ün üzerine çıkıyorsa, o ülkenin ulusal parası diğer paralar karşısında değer kazanmaya, 100’ün altına düşüyorsa değer kaybetmeye başlıyor. Ya da ilkinde aşırı değerli, ikincisinde değersiz ulusal paradan söz ediliyor. Böyle olunca da, aşırı değerlenmiş ulusal para altında ihracat daha pahalı hale geldiğinden, ihracat beklendiği gibi artmıyor. REK’in 120 – 25 aralığına doğru hareketlenmesi durumunda ise TL aşırı değerleniyor. Bu durumda para politikası araçları kullanılarak TL’ye müdahale edilebiliyor. Endeks düştüğünde ise meselenin bir başka boyutu ortaya çıkıyor, ülkede üretilen ürünler çok ucuz fiyattan dışarıya satılıyor. Yani hem ülke ekonomisi ciddi bir kan kaybına uğruyor, hem emek daha fazla sömürülüyor, hem de doğa daha fazla tahrip ediliyor.

Nitekim geçen yıl 13 Ağustos’ta (6),  REK’in Türkiye’de hızla düşmekte olduğunu, ülkeyi yönetenlerin ileri sürdüklerinin aksine, düşük reel efektif kurun (yani TL’nin aşırı değer kaybetmesinin) Türkiye’nin ihracatı için rekabet artırıcı olmadığını, aksine bunun bir emperyalist sömürünü göstergesi olduğunu yazmıştık.

Kısaca, düşük kurlar aracılığıyla bir emperyalist sömürü ortaya çıkıyor. Küresel kapitalist sistemin işleyişine uygun olarak azgelişmiş ülkelerin emekçileri çok büyük bir sömürüye ve dolayısıyla da değer kaybına uğruyor. Emperyalist ülkelerin sermayedarları ise,  hem diğer ülkelerin işçilerinin emeğini, hem de doğal kaynaklarını gerçek değerinin çok altında fiyatlarla elde ediyorlar.

Böyle bir “eşitsiz değişim” altında azgelişmiş ülkeler (daha ucuz emek ve toprak, daha fazla mali teşvik, düşük vergileme sunmak anlamında) birbirleriyle yarıştırılıyorlar. Böylece değerinin çok altında fiyatlarla yaptıkları ihracat yüzünden bu ülkelerin halkları daha da yoksullaşırken, ekonomileri daha kırılgan ve krizlere yatkın bir hale geliyor.

İhracatta durum bu olmasına rağmen OVP’de “uluslararası arenada rekabet gücü yüksek sektörler desteklenecek” denilerek (7) kamu kaynaklarının, sanayi ve ihracatı teşvik adı altında bu sektörlere aktarmaya devam edileceğinin altı çiziliyor.

Ayrıca Tahvil Garanti Fonu oluşturularak reel sektör şirketlerinin tahvil ihracı kolaylaştırılacak. Yani devlet bir şekilde özel sektörün çıkardığı borçlanma senetlerine garantör olacak. Keza Hazine taşınmazlarının özel sektöre tahsisi hızlandırılarak özel sektöre kaynak aktarımı sürdürülecek.(8)

İşsizlik

Programın, çözümünü piyasalara havale ettiği diğer sorunlar; emekçilerin çok ciddi bir işsizlik, hayat pahalılığı, yoksulluk ve borçluluk altında eziliyor olması gibi sorunlar. Programda nasıl hesaplandığı anlaşılamayan salgın boyunca verildiği ileri sürülen 734 milyar TL’lik afaki bir mali desteğin dışında devletin bu sorunların çözümüne ilişkin üstlendiği somut bir görev ya da görev mevcut değil.

Zaten bu konular da hafife alınan bir yaklaşımla ele alınıyor. Örneğin programa göre, işsizlik oranı 2024 yılında dahi iki haneli olmaya devam edecek (resmi olarak yüzde 10,9 olacak). Bu veri güvenirliliği son derece tartışmalı TÜİK verisi. Gerçek işsizliğin bunun en az iki katı olduğunu biliyoruz. İstihdam oranı ise aynı yıl yüzde 50’nin altında kalacak (yüzde 47,8).

Günümüzde ‘Yükselen Ekonomi’ olarak (üstelik de şahlanmış olduğunun altı çizilen) dünyanın hiçbir ekonomisinde 3 yıl sonrasında dahi bu kadar yüksek bir işsizlik ve bu kadar düşük bir istihdam oranıyla karşılaşmak mümkün değil.

Enflasyon

Benzer bir durum enflasyon rakamları için geçerli. TÜİK tarafından açıklanan ama doğru olduğuna neredeyse kimsenin inanmadığı enflasyon rakamları söz konusu. Buna rağmen resmi enflasyon çok yüksek. Hali hazırda bu yüzde 19.25.

Programda bu yılın sonunda yüzde 16,2 olacak olan enflasyonun programın son yılı olan 2024’te yüzde 7,6’ya düşeceği ileri sürülüyor. Kalkınma Planı’nda bunun yüzde 5’e kadar çekileceği öngörülmüştü. Albayrak’ın YEP’inde ise bu yıl enflasyonun yüzde 8,0,  2022’de yüzde 6,0 ve 2023’te yüzde 4,9 olması bekleniyordu.  Kısaca hiçbir öngörü tutmadı, bundan böyle tutması da çok zor.

Gelişkin ekonomilerde yüzde 2-3’ün altında seyreden enflasyon 3 yıl sonra bile bizde bunun iki katından fazla olacaksa, üstelik enflasyondaki bu yarıya düşüş yüksek büyüme, yüksek cari açık ve yüksek kur öngörüleriyle (iktisat bilimi gereğince) hiç uyumlu değilse, buradan da bir başarı öyküsü çıkartabilmek ancak bizim yerli ve milli marifetimiz olabilir.

YEP’te ortalama dolar kuru 2021’de 1 dolar = 7,68 TL, 2022’de 7, 88 TL ve 2023’te ise 8,20 TL olarak tahmin edilmişti. Daha 2023 yılı görülmeden, bu yıl döviz kurunun 8,80 TL’ye kadar yükseldiğini hatırlayalım. Dolar şu sıralar 8.44 civarında seyrediyor. Bu yüzden de OVP’nin doların kurunu 2023’te 9,77 TL ve 2024’te 10,27 TL olarak öngörmesi son derece aşırı iyimser bir yaklaşım.

Kemer sıkma devam edecek

Programda “mali disiplinin sürdürüleceği”, bu yönde olmak üzere başta Merkezi Yönetim Bütçesi olmak üzere Genel Devlet Harcama ve Gelirlerinin GSYH içindeki paylarının bu 3 yıl boyunca aşamalı olarak azaltılacağı ve bütçe açığının da düşürüleceği ileri sürülüyor. Öyle ki Genel Devlet Açığı 2024 yılı sonunda yüzde 3,5’ten yüzde 2,6’ya kadar çekilecek.

Kamu maliyesi değişkenlerinde böyle bir küçülme finans sermayeye bir güven tazeleme olarak algılanırken (bunun nasıl sağlanabileceği bir yana), bunun emekçiler için ciddi bir kemer sıkma olduğu çok açık. Salgın ve kriz koşullarında aslında tersinin gerçekleşmesi ve kamu harcamaları ile ekonominin desteklenmesi beklenir.

Oysa bu programda faiz ödemeleri hız kesmeden devam ediyor. Öyle ki bu yıl 180 milyar TL civarında olması beklenen faiz ödemeleri 2024 yılının sonunda 320 milyar TL’nin üzerine çıkacak. Yani rantiyeye yapılacak ödemelerden her hangi bir tasarruf söz konusu olmayacak.

Keza Merkezi Yönetim Bütçesi harcamaları 2022’de yüzde 16 artarken Cumhurbaşkanlığı bütçesi yüzde 23, Diyanet İşleri Başkanlığı yüzde 60, İletişim Başkanlığı yüzde 92 dolayında artacak. Diyanet’in 2022 yılı bütçe başlangıç ödeneği 16 milyar TL, 2023 yılı hedefi 18,6 milyar TL ve 2024 yılı hedefi 20,7 milyar TL olarak belirlendi). (9)

Diğer taraftan, Orta Vadeli Program, sanki  Kovid-19 salgını hiç yaşanmamış gibi hazırlanmış zira programda bu salgından en çok etkilenen alanların başında gelen sağlık, eğitim ve istihdam alanlarına ilişkin dişe dokunur hiçbir önleme yer verilmiyor. İktidar bloku bu alanlarda kendini yeterince başarılı saydığı için olsa gerek, bu alanlara daha fazla kamu kaynağı aktarma ihtiyacı hissetmiyor. Bu nedenle de iktidarı sürdürebilmek için gerekli olan faaliyetlere kaynak aktarmayı sürdürecek gibi görünüyor.

Sonuç olarak, OVP bir yandan, mevcut iktidar blokunun ve üzerine yerleştiği “ahbap-çavuş-akraba” kapitalizminin tipik sınıfsal ve siyasal tercihlerine göre düzenlenmiş bir belge. Diğer yandan, bu yılki Merkezi Yönetim Bütçe hazırlıklarına çerçeve çizdiği için, çok önemli ama öz itibarıyla “ortaya vasat propaganda” belgesi olmanın ötesine geçemiyor.


 

* Prof. Dr. Mustafa Durmuş


Dip Notlar:

⁎ Her şeyi bilen, her şeyi yapabilen, her yerde var olan

  • https://www.dunya.com/kose-yazisi/ovp-secim-surecinin-basladiginin-gostergesi (7 Eylül 2021).
  • 2022-2024 Orta Vadeli Program, 4474 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı (5 Eylül 2021), s.22.
  • Agk, Tablo: 1.1, s. 25.
  • TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan - Haziran, 2021, https://data.tuik.gov.tr (1 Eylül 2021).
  • C. Merkez Bankası, https://www.tcmb.gov.tr (8 Eylül 2021).
  • https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/yuksek-kur-somuruyu-artiriyor (13 Ağustos 2021).
  • 2022-2024 Orta Vadeli Program, s. 14.
  • Agk, s. 15, 21.
  • https://www.birgun.net/haber/bol-itirafli-orta-vadeli-temenni (7 Eylül 2021).

Yazarın Diğer Yazıları

Erdemoğlu’nun önerdiği servet vergisi kimleri hedefliyor?

Süper zengin Erdemoğlu’nun önerileri, depremin ve krizin faturasının halka kesilmesidir, halka kemer sıktırmaktır

Yapay zekâ ve seçimler

Yapılan bir araştırmaya göre, yaygın bir hak mahrumiyeti yaşanmasa bile, hükümetler, yapay zekâyı daha büyük ölçekte kullanarak seçimlere olan güveni sarsıyorlar ve seçmenlerin seçimlere olan güvenini azaltarak demokrasiye zarar veriyorlar

Derin sahtecilik ve yapay zekâ

Derin sahtecilik olarak da bilinen sentetik medya alanındaki gelişmeler yüzünden medyadaki haber ve bilginin bir bilgisayar tarafından mı üretildiğini yoksa gerçekten yaşanmış bir olaya mı dayandığını bilmek giderek zorlaşıyor