Macaristan’ı yenemedi Türkiye ve Brezilya’daki dünya kupasına gidemeyecek çok büyük ihtimal. Maç analizlerini dinlemiştir bir kısmınız. Onlara pek benzemeyen, futbolla ilgili olmayanların da belki ilgisini çekebilecek başka bir maç analizi yapmak istiyorum. Buyrun:
Gordon Milne’in Türkiye’deki demokrasi kıtlığını farkedip acil tedbirler getiren, böylece bir katkı sunan insanlardan biri olduğunu çoğumuz bilmeyiz. Bu katkıyı anlamak için futbol-demokrasi ilişkisini çözümlemek gerekir.
Milne, Beşiktaş’a belki de tarihinin en parlak ve istikrarlı dönemini yaşattı: 1987 – 94. O dönemde Beşiktaş, futbolunun gösterişli olmamasıyla eleştirilir, dahası, futbol yorumcularının ve rakip takım taraftarlarının çoğu, Milne’in oynattığı futbolu ilkel bulur, dalga geçerdi. Kabaca şunları söylerlerdi: “Gökhan topu Recep’e verir, o Rıza’ya uzatır, Rıza biraz sürüp ortalar, Metin-Ali-Feyyaz golü atar...” Bu şablonun dışına çıkamamakla suçlanırdı Beşiktaş ve Milne.
Ama eleştirenlerin ihmal ettiği bir şey vardı: Beşiktaş bu “alay edilen” futbolla üç sene arka arkaya şampiyon oldu. Hatta bu sezonlardan birinde hiç yenilgi yüzü görmedi. Peki, madem bu kadar basit, herkesin sırrını çözdüğü bir futbol oynuyordu Beşiktaş, neden kimse yenemiyordu onu, neden bu kadar başarılıydı?
Çünkü Milne daha derin bir sorunun farkına varmıştı ve onun üstesinden gelmeye çalışıyordu. Bu derin sorunun ne olduğunu anlamak için şimdi artık biraz unutulmuş, yine de zaman zaman kendini gösteren, ama eskiden herkesin diline pelesenk olmuş, özellikle Avrupa takımlarıyla yapılan maçlarda rastladığımız bir deyişle başlayalım: “Çok kolay gol yiyoruz, çok zor gol atıyoruz.”
Doğruydu bu söz. Peki, ama ne demekti bu? Bunu söyleyenler, durmadan “Sıtma oluyoruz” deyip yandaki bataklığı görmeyenlere benziyordu. Bu sözün altında, Milne’den başkasının göremediği bir şey gizliydi: bizim futbolcularımız pozisyon bilmiyordu. Pozisyon okuyamıyorsanız, nerede duracağınızı bilmiyorsunuz demektir ve kolay gol yer, zor atarsınız.
Futbol pozisyonlar oyunudur ve pozisyonlar da dinamiktir, sonsuz sayıdadır; pozisyonlar akışıyla oynanır. Dolayısıyla, bir pozisyonun evrileceği, hatta evrilebileceği sonraki pozisyonları görebilmeli, sezebilmelisiniz. Futbol üçgenler kurarak oynanır ve pozisyon da, kabaca, böyle yaratılır zaten. Üçgen kuran oyuncular da, aynı top gibi, hareketlidir. Dinamizmi kazandıran birinci unsur budur. İkincisi ise bu üçgenlerin her bir köşesinin mütemadiyen başka hareketli üçgenler oluşturmasıdır. Büyük bir alanda 11 oyuncu olduğunu da hesaba katarsanız, üçgenlerin sayısının ve kombinasyonların ne kadar arttığını çıkarsayabilirsiniz. Ayrıca, rakip takımın da aynı durumda olduğunu unutmayın. Rakibin etkisiyle, mücadeleyle, bu kombinasyonlar daha da karmaşık bir hal alır. (En iyi örneği Barcelona işte; hem kombinasyonların, üçgenlerin sayısı çok fazla, hem de bunu çok hızlı yapıyorlar, zaten sayı bu kadar artınca çabuk yapmak zorundalar.)
Dolayısıyla, muazzam karmaşıklıkta, muazzam dinamik bir yapı ortaya çıkar. Bu yapının ne kadar uyumlu işlediği, futbolun düzeyini gösterir. Çok uyumsuzsa, ortaya çıkan şeye “karmaşık” değil, “karışık” denir. Bu karışıklıkla gol atmak zor olduğu gibi, yememek de zordur. Özellikle, rakibinizin durumu “karmaşıklık” ile tanımlanabiliyorsa. Avrupa maçlarında sürekli yenilmemizin sebebi buydu işte. Onlarınki “karmaşık”tı, yani bir uyuma sahiptiler, pozisyon yaratmayı ve okumayı biliyorlardı; bizimki “karışık”tı.
Milne işte bu sorunu farketti. Bulduğu çözüm, tekrarlanan basit bir oyun şablonuydu; neredeyse voleyboldaki gibi “sabit” pozisyonlara indirgenmiş bir yapıydı. Çözümün bu olması, başka bir sorunu, daha doğrusu, pozisyon okuyamamaktan daha derine giden bir sorunu da farkettiğini gösteriyor.
Elindeki futbolcuların genetiğini, binlerce yıla dayanan tarihi-toplumsal şartlanmalarını değiştiremeyeceğine göre, uyumlu bir karmaşıklık yaratmanın ilk adımlarını onlara öğretebilir, hadi öyle diyelim, ezberletebilirdi. Bir uyum yaratmaya neredeyse en basit aşamadan başlamalıydı. Üstelik, rakip takımlar da üç aşağı beş yukarı aynı durumda oldukları için, bu basit uyum işe yarayabilirdi. Yaradı da.
Kombinasyonları uygulanabilir ve ezberlenebilir sayıya ve basitliğe indirgedi. Bunun eğitimini, antrenmanını yaptırdı durdu. Futbolcular da bunları, körün değneği misali, belledi. Pozisyonlar belliydi, neredeyse okumalarına bile gerek yoktu. Rakip takımların daha dezorganize futbolunun yarattığı “pozisyon”ları çözmek de zor değildi. Ve bu uyum içinde her futbolcu yeteneğini de gösterebiliyor, o karmaşık yapının bir faktörü haline getirebiliyordu. Ama tamamen bireysel yeteneğe binen bir yapı da değildi. Kaliteli ve tecrübeli yabancı futbolcular da bu mayanın tutmasını, yapının uyumunu kolaylaştırdı. Böylece o başarılar, şampiyonluklar, ligi namağlup bitirmeler geldi. Ama buraya kadar! Avrupa’da başarı için daha fazlası gerekiyordu: daha çoğul, daha karmaşık, daha uyumlu. Çünkü Avrupalılar daha karmaşık bir uyumla oynuyordu.
Milne’den birkaç yıl sonra Beşiktaş’ı çalıştıran Galli John Benjamin Toshack, daha konuşkan ve sorunları açığa vuran, yaraları kanırtan biriydi ve neredeyse bu açıklıkta sorunu ifade etmişti: “Türk futbolcusu pozisyon bilmiyor.” Türk gazetecisi ve yorumcusu ve futbol düşkünleri bu lafı önemseyeceklerine başka dersten imtihan etmeye kalktı Toshack’ı. Bir Atatürk Kupası maçına gençlerden oluşan bir takım çıkardığı için eleştirilince, “Atatürk yaşasa sevinirdi, cumhuriyeti gençlere emanet etmemiş miydi” demişti. Bir gazetecinin, “Ankara’dayken Anıtkabir’e gittiniz mi?” sorusuna da şu cevabı vermişti: “Yok, yanına gitmedim, cepten aradım.”
Futbol konuşurken buraya gelmiş olmamız manidar. Tam da buradan futbol-demokrasi ilişkisine bir köprü uzatılabilir. Basit bir yol izleyelim: Demokrasi ile diktatörlük arasındaki hemen görünür farklar nelerdir? Diktatörlükte bir adam ya da cunta önderliğinde, emir-komuta zinciriyle birbirine bağlı bir yönetim aygıtı ve baskıyla, korkuyla, sıkı kurallarla sindirilerek “uyumlu” hale getirilmiş bir toplum vardır. Kurallar yukarıdan dayatılır ve baskıyla yürürlükte tutulur; gerçekten katıdır, değişmez. Değişecekse de diktatörün buyruğu veya duyduğu gerek yüzünden değişir. Fakat bu “uyum” her an bozulabilir, toplum çatlayıp patlayabilir. Tek ses vardır. “Uyum”, ancak bütün çeşitli sesleri tekleştirerek sağlanabilir bir şeydir, diktatörlük için. Bu yüzden de gelişmenin önü tıkalıdır. İnsan baskı altındadır; cesareti, yeteneği, benliği...
Demokraside “her kafadan bir ses çıkar”, yönetsel yapıda bile ayrışmalar görürüz... Çoğulluk, hayatın her anında ve alanında görünür haldedir, alenidir. Demokrasilerde de “katı” kurallar vardır. Ama bunlar, diktatörlüklerin katı kurallarından hem kökenleri, ortaya çıkışları, hem de işlevleri bakımından farklıdır. Demokrasideki “katı” kurallar, geniş halk kesimleri tarafından benimsenmiş, içselleştirilmiştir. Toplumun siyasi olgunluk düzeyi yükseldikçe – bu da demokratik mücadeleyle olur -- bu “katı” kurallar da değişir, gelişir, başkalaşır.
İşleve gelirsek... Demokratik kurallar, büyük kalabalıkların, birbirinin ayağına basmadan, birarada yaşayabilmesi için vardır. Ama diktatörlüğün tersine, sesleri ve renkleri tekleştirmek yoluyla değil, ses ve renk çeşitliliğinin, çoğulluğun uyumu yoluyla. Herkesin kendi sesini çıkarabildiği bir ortam yaratmaya çalışarak, Çoğulluğa / çeşitliliğe baskı uyguladığınız anda uyum kaçar. Ne kadar az baskı, o kadar uyum. Kurallar, bu karmaşık uyumu, çeşitliliği budamadan birarada yaşama becerisini sağlamak içindir.
Şimdi, bu kaba demokrasi-diktatörlük karşıtlığından çıkalım ve biraz daha sahici bir zemine adım atalım. Mesela Türkiye’ye bakalım. Zaman zaman darbeler olsa da demokrasilere has kimi kurum ve uygulamaların bulunduğu bir ülke bizimki. Fakat bu kurum ve uygulamalar, “has” demokrasilerinkine pek uymuyor aslında. Bunun tarihten kaynaklanan birçok sebebi var, ama oralara girmeyelim şimdi. Çoğulluk ve uyum bakımından şu denebilir belki: Burada diktatörlüklerin katı kuralları da yok, demokrasilerin içselleştirilmiş uyum kuralları da. Burada, daha ziyade, bir kuralsızlık, denetimsizlik, bir laçkalık var. Uyumlu bir beraberlik yok. Çoğulluklar, en azından artık, yok sayılamıyor, ama baskı, tekleştirme alışkanlığı, hiyerarşik konumlamalar, hegemonik bakış da bitmiş değil. Hayatın birçok alanında kendini gösteriyor. En kabasından Kürtlerin, Alevilerin, öbür etnik grupların, gayrımüslim azınlıkların varoluş koşullarını düşünün.
Bu yüzden, bu toplum için “karmaşık” değil de, “karışık” daha uygun bir tanım. Aynı futboldaki çoğulluk ve bu çoğulluğun uyumu gibi düşünelim. Bizim toplumumuzda da zengin bir çoğulluk var; etnik olarak, dini olarak, kültürel olarak... Fakat bu çoğulluğun uyumlu biraradalığından söz edemeyiz. Kavga ediyoruz, savaşıyoruz hatta, dillerimizi, dinlerimizi engelliyoruz, insanları zora koşuyoruz, bu çoğulluklar arasında ayrımcılık yapıyoruz... Farklılar ve farklılıkların uyumunu yaratamadığımız için de ortaya bir karışıklık çıkıyor; sahip olduğumuz zenginlik sanki ayakbağıymış gibi görünüyor.
Gelgelelim, bütün dünyayı saran bu “ayaktopu”, asıl ayakbağının bu farklılık, zenginlik, çoğulluk değil, farklılıkları uyum içinde oynatamama, onların toplamından daha büyük bir bütün yaratamama olduğunu gösteriyor. Farklılıkların bastırıldığı bir takımın oynadığı şeye futbol bile denmez. Farklı yetenekleri, farklı özellikleri olan, ama bunları ahenk içinde sergileyebilen oyuncular; bunların oluşturduğu kombinasyonlar...
Hayatın öbür alanlarındaki çoğulluğu, çeşitliliği uyumlu bir yapı, bir organizma haline getiremeyen toplumun çocukları, futbolun çoğulluğunu, o karmaşık uyumu, pozisyon kombinasyonlarını da beceremiyor(du). Son yıllarda futbolda gösterilen başarılar, demokrasimizdeki gelişmeye paraleldir. Ama 2014 Dünya Kupası’na gidemeyecek olmamızın gösterdiği gibi yeterli değil hâlâ. Şu Kürt meselesini bir ahenk içinde halledip, bir çoğulluğu ayakbağı olmaktan, öyle görmekten çıkarabilirsek, aha şuraya yazıyorum, 2018 ayaktopu şampiyonasında olacağız.