Okuyucu…
Hemen “Biri iş insanı örgütü, diğeri merkezine dini almış bir hareket, ne alakası var” deme…
Olaya yaklaşımım; siyasetçileri, kamuoyunu, özellikle hükümeti etkilemedeki başarı üzerine…
Herhangi bir baskı anında “kim, inandığı fikrin yanında ne kadar sağlam durabiliyor ve bu fikir sahiplerin birbirinin ne kadar yanında yer alıyor, alabiliyor?”
Sen yeni mi keşfettin “günaydın” diyene de “eyvallah”…
Bu girişten sonra haydi yazıya…
Bir zamanlar zengin ve “etkili” bir genç vardı…
Adı TÜSİAD”dı…
Mayıs 1971 yılında kuruluşundan bu yana “İstanbul sermayesi” diye anıldı…
Oysa kurucuları da, bugün üyelerinin çoğu da Anadolu’nun insanlarıydı…
İş adamı örgütü idi ama politikadan eğitime her konuda görüşü vardı.
Olmaz mı olur, olmalı…
Ama görüşlerini benimsemeyen seçilmiş iktidarlar ile “gücünü konuşturarak” ilişki kurduğu da oluyordu…
İşte o zaman tartışılıyordu.
En bilinen örneği 1979 yılında gazetelere verilen ve dönemin Ecevit Hükümeti’nin düşmesindeki önemli etkenlerden biri olduğu söylenen “Gerçekçi Çıkış Yolu” başlığı taşıyan ilanlardı.
O zamanki TÜSİAD başkanı Feyyaz Berker her ne kadar “amacın hükümet düşürmek olmadığını” söylese de derneğin tarihinin anlatıldığı kitapların toplantısında o günleri şöyle anlattı:
“İlanlar hazırlandığında TÜSİAD’ın 120 üyesinin tek tek onayı alındı. Hazırlanan ilanlar sıkıyönetim komutanlığına götürüldü, yayın için onların da izni alındı. Sayın Ecevit’e de bilgi gitti. Bülent Bey’in ilanları okuduğunu, fakat önemsemediğini biliyoruz, biz 7 gün sürecek ilanlar hazırlamıştık, 4”ü yayınlandıktan sonra durduruldu.”
Evet, TÜSİAD bir “kanarya sevenler derneği” değildi ama içindeki üyelerin pek çoğu “askeri vesayeti” sevenlerden oluşuyordu.
Askere yakın durmak maddi manevi kazandırıyordu.
Tabii kimi başkanlar, üyeler buna direndi.
Rahmetli Bülent Tanör’ün kaleme aldığı “Demokrasi Raporu” dernekte çatlak yaratsa da “cin”i şişeden çıkarmıştı. Herkes eteğindeki taşı ortaya dökmüştü.
Raporda savunulan “Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı”na bağlanması” başta pek çok “çağdaş” demokratik talep aralarında “kurucuların da bulunduğu isimlerin” protestosuna uğruyor, istifalar yaşanıyordu.
Her hal ve şartta, söylediklerine, fikirlerine katılınsa da, katılınmasa da TÜSİAD başkanları her konuştuklarında dikkatle dinleniyor, gazetelerin manşetlerinde, televizyonların ilk haberlerinde yer alıyor; derneğin Ankara ve İstanbul’da düzenlediği toplantılara siyasetçiler akın ediyordu.
Bunun iki önemli sebebi vardı.
Birincisi; evet, derneğin üyeleri para ve güç sahibiydi.
Ama ikincisi “düşündüklerini korkmadan dile getiriyorlardı, ortaya attıkları fikirler tartışılmaya konuşulmaya” değerdi.
TÜSİAD en büyük sarsıntıyı AK Parti Hükümeti sırasında yaşadı.
Bir yandan hükümet başarılı bir şekilde askeri vesayeti geriletti.
Bir yandan “elindeki ekonomik ve siyasi gücü” Demokles’in kılıcı gibi iş adamlarının üstünde salladı.
O kılıcın altında kalanların (ki hükümet hepsinde haksız değildi) yarattığı korku her güçen gün derneğin üyelerinin daha az konuşmasına, fikir renkliliğini kaybetmesine, hatta zorda kalan “arkadaşına” sırt dönmesine neden oldu.
Adını vermeden çok önemli bir iş adamının geçen hafta benimle paylaştığı bir not:
“Hükümetle düştüğümüz ters durumda haklı olduğumuzu biliyorlardı. Bir toplantı yaptık en önemli isimlerin hepsi geldi. Maddi olarak yardımlaşmayı önerdiler. Ben ‘Paraya değil yan yana olduğumuzu göstermeye ihtiyacım var. Gelin ortak basın toplantısı yapalım. Ben konuşayım, siz yanımda durun’ dedim. Kabul etmediler. O günden bugüne herkes başına bir şey gelirse yalnız olduğunu, TÜSİAD’ın ve üyelerinin yanında olmayacağını biliyor.”
Söz söylemeye korkan, birbirinin yanında olamayan giderek gücünü kaybeden bir dernek…
Ve…
Söz söylemekten korkmayan, birbirinin yanında olan giderek güçlenen bir cemaat…
1971 yılı mayıs ayı ilginç bir tesadüfü barındırıyor.
Bugün giderek gücünü kaybeden TÜSİAD’ın kurulduğu bu ayda giderek güçlenen cemaatin kurucusu Fethullah Gülen cezaevine giriyordu.
Darbe dönemlerinde özellikle 28 Şubat’ta büyük zorluklar çekecekti.
Her ne kadar 12 Eylül darbesinden bir ay sonra, Sızıntı Dergisi’nde, kendi imzasıyla yayınlanan makalede “Şimdi binbir ümit ve sevinç içinde, tam da ümitlerimizin tükendiği yerde Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” dese de, kendisi ve cemaati ordu ile hiç barışık olmadı, olamadı.
Yine 28 Şubat’ın ilk günlerinde; “sıranın kendilerine gelmeyeceği düşündükleri” için diğer İslami kesimlerle de dayanışmada olmadıklarını da not etmek lazım.
Gülen, ordunun engellemelerine rağmen “altın nesil” hedefini gerçekleştirme, yurtiçinde okul ve dershanelerle, yurtdışında da açtığı okullarla kendi hedefine ilerledi.
Aslında cemaat uzun süre AK Parti Hükümeti ile de iyi geçindi. Hatta AK Parti’nin en önemli başarılarından asker vesayetinin geriletilmesinde hükümete destek de oldu. Cemaatin giderek güçlendiği, polis ve yargıda etkin olduğuna dair haberler çoğaldığında Başbakan Erdoğan’a yakın isimler: “Tayyip Bey ordu ile iş dünyası ile iktidarını paylaşmadı, cemaat ile mi paylaşacak?” diyorlardı.
Cemaatin okullardan iş dünyasına giderek güçlenmeye başlamasıyla, medya gruplarıyla “fikir hayatında da etkin oluşuyla” alttan alta bir çekişme başladı ama işin patladığı an 7 Şubat”ta MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın hedef alındığı soruşturma oldu. O günden sonra daha net bir şekilde her iki taraf birbirini eleştirmeye başladı.
Türkiye’de “iktidarı haklı olarak da olsa eleştirmek bedeli ağır sonuçlara yol açar” korkusu yaygınlaştığı günlerde… (İşsiz kalmak, soruşturmaya uğramak, elindeki şirketleri kaybetmek gibi…)
Cemaatin yayın organlarının bazen kendi “Hareket”leri için, bazen de demokratik anlamda toplumun geneli için yaptığı “eleştiriler” seslerin az olduğu yerde “büyük yankı” buldu.
Şimdi…
Fikirlerine katılalım katılmayalım karşımızda bir cemaat gerçeği var.
Bu gerçek; muhalefetteki siyasetçiler için (kendini sosyal demokrat olarak kabul etse bile) “desteğinin alınması gereken bir oluşum”…
İktidardaki siyasetçiler içinse “desteği kaybedilmemesi gereken bir güç”…
Yoksa dershaneler konusunda içinde “darbe dönemi, firavun” gibi kelimelerin geçtiği konuşmaların üzerine Bakanlar Kurulu’ndan “taraflarla bir daha görüşelim” kararı çıkar mıydı?
Bitirirken…
TÜSİAD her geçen gün kamuoyunu etkileme gücünü kaybederken cemaat bu gücünü her geçen gün artırıyor.
İstanbul sermayesi diye anılan ama kurucuları Anadolulu olan TÜSİAD’ın yerini “Anadolu’nun gücü” diye anılan ama her geçen gün İstanbul’da daha büyük destek bulan cemaat alıyor.
Kabul edelim ya da etmeyelim gerçek bu…