24 Nisan 2020

Savaş ortamında özgür, çeşitli, ‘Birinci Meclis’, bugün HDP ve TİP’e sansür

Sancar’ın ilk Meclis ile ilgili ‘çeşitlilik vurgusu’ önemliydi

Televizyonun karşısına geçtim ve Meclis’in 100. kuruluş yıl dönümü için yapılan özel oturumu izlemeye başladım. AKP, CHP, MHP... Sözcüleri, liderleri konuştu. Sıra HDP eş genel başkanı Mithat Sancar’a gelince ‘ana akım medya’ denen tüm kanallar yayından kısa süre sonra çıktı. Uzaktan kumandayla haber adı altında yayın yapan her yere baktım. Yoktu… Benzer bir ‘sansür’ TİP Başkanı Erkan Baş’a da uygulandı. Aslında bugünkü yazımı söz hakları kesilen bu iki genel başkanın sözlerine bırakacağım daha çok. Sözün bittiği yer hiç olmasın diyerek. Her ikisinin de konuşmalarını sonradan YouTube’dan bulup seyrettim. TİP Genel Başkanı şunları söyledi: (Yazılı kısım İleri Haber’den alındı.)

“Bugün Türkiye’de bir Saray Rejimi hakimdir. Saray Rejimi’nde hakimiyet, bugün bile Saray’ından çıkıp, buraya gelmeye tenezzül etmeyen tek adamındır.

Bugün hakimiyet salgında bile üç kuruş yevmiye için inşaatta çalışmaya devam edip, hayatını kaybeden işçi Hasan’ın değil, çıkarlarını korumak için seferber olduğunuz, vergi borçlarını sildiğiniz beşli müteahhit çetesindedir.

Hakimiyet, günde 14 saat tek maskeyle hastanenin dört bir yanını temizlemeye devam eden asgari ücretlinin,  hasta bakıcıların, hemşirelerin, doktorların değil hasta garantili hastane ihalesi verdiğiniz patronlarınındır.

Ambulansı devlet malı görüp çizmesiyle kirletmeye çekinen, salgın günlerinde bile göçükte can veren maden işçisinin değil hakimiyet, Saray’dan aldığı güçle madenci ailesine tekme atma cüretini gösteren o haindedir.

Egemenlik,taşıma suyla hijyen sağlamaya çalışan, kanalizasyon sistemi olmayan çadır alanlarında yevmiye için sağlığını tehlikeye atan tarım işçisinin değil, ‘Korona'da Türkiye'de sebze meyve ihracatı arttı’ utanmaz haberini yapan gazete patronlarındadır.

Açım diyen yurttaşa ‘geber’ diyen bürokratta hakimiyet.

‘Beni düzeniniz öldürür’ diyen TIR şoförünü gözaltına aldıranlarda hakimiyet.

Hapisten çıkardığınız mafya artıkları, çeteci bozuntularında hakimiyet. Bunları hapishaneden çıkarırken seçilmiş milletvekillerine, belediye başkanlarına hapis cezası verenlerde hakimiyet.

Ez cümle saray rejiminde egemenlik, sayısı 70 milyonu bulan yoksulluk sınırındaki halkın değil, halkın sırtından varlıkları trilyon dolarları bulan asalakların, bir avuç parazit patronundur hakimiyet.”

Sancar’ın ilk Meclis ile ilgili ‘çeşitlilik vurgusu’ önemliydi:

Mevlevi, Bayrami ve Nakşibendi şeyhleri var, Abdulhalim Çelebi, Hacı Mustafa Efendi, Şeyh Hacı Fevzi var, Dersimli Seyid Diyar Ağa var, Lazistan mebusları var, Laz ve Gürcü olarak bilinen üyeler var, Kürtler var, Çerkesliği öne çıkmış mebuslar var, Araplar var. Kısacası Türkiye’nin o zamanki etnik, dinsel ve toplumsal çeşitliliğinin önemli bir kısmı var.

Mithat Sancar savaş ortamında kurulan, zorlu şartlarda krizleri yöneten-çalışan Meclis’in başarısının ardında ‘kimliklere duyulan saygı’, ‘rıza ve özgürlükler’ olduğunun altını çizdi. Yani bugün olmayan her şey. Sancar’ın 1921 Anayasa’sına referans verdiği bölümde altını çizdiği noktalar da ufuk açıcı:

1921 Anayasası'nın iki temel dayanağı vardı. Böyle bir anayasa yapılmasının ilk dayanağı "halk egemenliği" ilkesidir. Yani halkı kendi sorununu yöneten bir muhatap olarak kabul eden anlayıştı. İkincisi Kürt sorununun çözümüydü. Mustafa Kemal Paşa sorunun ağırlığının ve ciddiyetinin farkındaydı. Bunu halk egemenliği ilkesine dayalı, bütünlüklü bir demokrasi fikriyle çözmeye çalıştı. O dönemler bu konuda çokça çaba harcandı. Yerel demokrasi ve halk iradesi olarak ülkenin bu sorununu çözmek için o gün bulduğu yolu, maalesef daha sonra terk ettik.

Mithat Sancar sorunların çözümünün ‘halk iradesi ve yerel demokrasi ilkelerinin birleştirilmesinden geçtiğini’ belirterek bugün iktidarın yerel yönetimlere yaptığı baskıyı  ‘kabul edilemez’ bulduğu bölümü de önemsedim:

Yerel yönetimlerin en güçlü olduğu dönemin 100. yılında, yerel yönetimleri neredeyse fiilen lağvetmeye yönelik bir yönetim anlayışla karşı karşıyayız. Bu kabul edilemez. Ne kayyım uygulaması kabul edilebilir ne de CHP’li belediyelerin krizi yönetmek için sarf ettikleri çabanın yok edilmesi kabul edilebilir. 

TİP’den HDP’ye tam sansür uygulanan, hemen hiçbir yerde seslerinin duyurulamadığı,  CHP’den İyi Parti’ye DEVA’ya Gelecek Partisi’ne çok az yerde sözlerini ifade edebildikleri bugünkü düzene rağmen ’demokrasi, bir arada yaşama, farklı seslere kulağımızı açma’ taleplerimizi dile getirmekten geri durmayalım. Yerel yönetimlerin de Meclis’in de bu ülkenin en değerli parçaları olduğunu aklımızdan çıkarmayalım. CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun (başka bir yazıda ayrıca yorumlayacağım) Türkiye ile ilgili gelecek vizyonunda altını çizdiği yeni ‘geniş katılımlı’ anayasa konusunu önemseyelim:

Tüm toplumsal, siyasal ve kültürel kesimlerin katılımıyla yeni demokratik bir anayasa yapmalıyız. Bu anayasanın temeli, “yasama, yürütme ve yargının ayrılığı” demek olan kuvvetler ayrılığı ile keyfiliği önleyecek denge/denetim esasına dayanmalıdır. 

Ve son cümle de ‘internet medyası’ için. Benim de yazdığım T24’ün de aralarında bulunduğu ‘yeni medya’ Türkiye’nin demokrasisinin en önemli nefes kaynaklarından biri haline geldiler. Bu nefes memlekete hayat veriyor.

HDP Eş Genel Başkanı @Mithat Sancar’ın konuşmasının tam metnini buraya bırakıyorum:

Yıl dönümlerinin bir anlamı vardır, olmalıdır. Elbette, geçmişteki şanlı sayfaları bugün kutlamak için önemli bir vesile sunarlar. Ama bundan fazlasını da hak ederler. O fazla da; etraflı bir tefekkür, kapsamlı bir muhasebedir. Bundan yüz yıl önce yaşananlara bugünü ve geleceği anlamak açısından bakarsak eğer bu kutlamaların içi daha fazla dolar. Ben de yüz yıl öncesine, Birinci Meclis'in kurulmasına ya da Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasına, bu çerçevede, bu gözle bakmaya çalışacağım ve gördüklerimi de sizlerle paylaşacağım. 

Meclis’in kuruluşuna giden yol kongrelerden geçiyordu

Birinci Meclis'in hangi şartlarda oluştuğunu hepimiz biliyoruz, uzun uzun anlatmama gerek yok sanırım. İşgal altında bir ülke ve milli mücadelenin devam ettiği şartlar. Çok ağır şartlar, fakat bu şartlarda yerel kongreler organize ediliyor. Ülkenin bütün bölgelerinde kongre toplantıları düzenleniyor, bu kongrelerle milli mücadele organize ediliyor. Aslında Meclis’in kuruluşuna giden yol da bu kongrelerden geçiyor. Birinci Meclis, yerel kongrelerin neredeyse aktığı bir deniz oluyor. Yerel kongreler birer nehir, Birinci Meclis, bu nehirlerin toplandığı bir deniz. 

Birinci Meclis ülkenin toplumsal, dinsel, etnik, düşünsel çeşitliliğini içeriyordu

Ne gibi özellikleri var? Pek çok özelliği var ama ben en önemli gördüklerimi hatırlatmak isterim. Bir defa o şartlarda ülkenin toplumsal, dinsel, etnik, düşünsel çeşitliliğini büyük ölçüde içeriyor. Bu açılardan çoğulcu bir Meclis; eksikler, kapsanmayanlar var elbette. Bunlar da belki o günden bugüne bakmamız ve muhasebesini çıkarmamız gereken meselelerdir. 

Bütün mebuslar Birinci Meclis'e kendi kimlikleriyle katılıyorlardı

Bu çoğulculuğu tarif etmek için pek çok örnek kullanılır ama ben sadece ilk etapta sayılanları değil, daha az görünenleri zikredeyim. Mevlevi, Bayrami ve Nakşibendi şeyhleri var, Abdulhalim Çelebi, Hacı Mustafa Efendi, Şeyh Hacı Fevzi var, Dersimli Seyid Diyar Ağa var, Lazistan mebusları var, Laz ve Gürcü olarak bilinen üyeler var, Kürtler var, Çerkesliği öne çıkmış mebuslar var, Araplar var. Kısacası Türkiye’nin o zamanki etnik, dinsel ve toplumsal çeşitliliğinin önemli bir kısmı var. Ve bu insanlar kendi kimliklerini saklamadan, tam aksine kendi kimliklerini açıklayarak giriyorlar. Kendi kimlikleriyle katılıyorlar. Bu birinci Meclis’in en önemli vasıflarından biridir. Bu vasıf diğer özelliklerle de tamamlanmıştır.

Birinci Meclis'in dayandığı ilke halk egemenliğidir

Birinci Meclis, meşruiyetçi bir yönetim anlayışına sahiptir. Dayandığı ilke de halk egemenliğidir. Evet, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu söyler ama daha sonra da göreceğimiz gibi, 1921 Anayasası’nın başına bir "halkçılık beyannamesi" ekler. Milli irade, halk iradesi tartışmalarına girmeyeceğim elbette. Ama halk iradesinin ne anlama geldiğini belki de Birinci Meclis'in tatbikatına ve daha sonra çıkardığı Anayasaya bakarak daha iyi anlayabiliriz. 

Farklı düşüncelerden birçok insanın mutabakat ve müzakereyi öne çıkardığı bir dönemdi

Halk egemenliği ilkesi halkçı yönetim demek ama aynı zamanda halkın her düzeyde yönetime katıldığı bir yönetim demektir. Nitekim, Meclis'in kuruluşundan yaklaşık on ay sonra ilan edilen Anayasa, bu anlayışa dayanıyor. Yerelde halkın kararlara katılımını garanti altına alan bir idare sistemi, bir demokrasi modeli kuruyor. Birinci Meclis, müzakereci ve mutabakatçı bir yöntem takip ediyor. Bu kadar çeşitli kesimlerden farklı düşüncelerden insanın müzakereyi bir tarafa bırakmadan, mutabakatı sürekli öne çıkaran bir anlayışla yönettikleri bir dönemi konuşuyoruz. Onun 100. yıl dönümünü bugün kutluyoruz. O yöntemin neden bu kadar önemli olduğunu da biraz sonra açıklayayım. 

100 yıl önce çıkarılan kanunlar torba değil, ismiyle müsemmaydı

Ayrıca bu Meclis yasalcı bir meclis; mesela 23 Nisan 1920’de açılıyor. 12 Nisan 1921’e kadar tam 109 kanun çıkarıyor. İğnelemek amacıyla söylediğimi düşünmeyin ama; bunların hepsi ismiyle müsemma kanundur, torba değil. Her birinin ismi var. Her birinin kanun usulüne göre, müzakere ve karara bağlanma yöntemi var. O nedenle yasalcı bir meclistir. 

Meclis, yerellerde de halkın yönetime katılımını mümkün kılacak bir sistem oluşturmuştu

Meclis yetkileri kendinde topluyor, biliyorsunuz bir meclis hükümeti sistemi var. Bu şu demektir: Her türlü yetki, devletin 3 önemli erki: yasama yürütme ve yargı, Meclis'te toplanıyor. Ve fakat bu yetkililere tekelci biçimde sahip çıkma anlayışını taşımıyor. Çünkü, 1921 Anayasası ile yetkililerinin büyük bir bölümünü yerel yönetimlere devrediyor. Yerel yönetimlere verdiği yetkiler bizatihi kendi yetkilerini sınırlamak anlamına geliyor. Yani kadir-i mutlak, yani otoriter bir yönetimi tercih etmiyor. Tam tersine, halk egemenliği ilkesinin mantığına uygun olarak yerellerde de halkın katılımını mümkün kılacak bir sistem oluşturuyor Meclis. 

O sistemin merkezinde muhtariyet var değerli arkadaşlar. Ve bunu 1921 Anayasası apaçık hükme bağlıyor. Muhtariyet, yani özerklik ve bu özerkliğin nasıl yönetileceğini de ayrıca, ayrıntılı olarak düzenliyor. Onda da şûra yönetimini ortaya çıkarıyor. Kendi işleyişini yerelde de kuruyor. Yani yerelde, vilayetler ve nahiyeler şuralarla yönetilecektir. Şûralar seçimle gelecek, şûraların da kendi reislerini seçmeleri kendi yetkilerine bırakılacak. 

Rıza ve birlik istiyorsanız, çeşitliliği kabul edeceksiniz, müzakereyi kabul edeceksiniz

Hangi şartlarda bunu yapıyor? Bu kadar işgal, milli mücadele ve Kurtuluş Savaşı şartlarında bunu yapıyor. Neden yapıyorlar bunu? O zamanın liderleri, mesela milli mücadelenin lideri Mustafa Kemal Paşa, çok da fazla yetki ve imkana sahipken bunları neden paylaşıyor? Çünkü rıza istiyorsanız, çünkü birlik istiyorsanız, çeşitliliği kabul edeceksiniz, müzakereyi kabul edeceksiniz. Gerçek rıza ancak herkesin kimliğine eşit saygı, herkesin iradesine eşit değer vererek sağlanabilir. Ve o şartlarda, o ağır dönemde işte böyle bir ortak rızaya ihtiyaç vardı. Böyle bir güvene ihtiyaç vardı. Ve bu güven tepeden dayatmayla sağlanamazdı. Bu rıza, bu güven zorla, baskıyla, tehditle ortaya çıkarılamazdı. Ancak güvenle sağlanabilirdi, ancak herkesin kendisini eşit gördüğü bir ortamda gerçekleştirilebilirdi. İşte bütün bunları yapmalarının nedeni oydu. 

Meclis, kriz koşullarını yönetebiliyordu, çünkü rıza ve özgürlük vardı, kimliklere saygı duyuluyordu

Bakın bugün, ağır kriz şartlarındayız, insanlığı tehdit eden bir salgın hastalıkla karşı karşıyayız. O döneme ilişkin sadece bir örnek vereceğim. Meclis’in o gün krizi nasıl yönettiğine ilişkin bir örnek. Sakarya Savaşı zamanı çok şiddetli geçiyor ve yaklaşık 15 bin yaralı var. Sadece Ankara’ya taşınan 15 binden fazla yaralı mevcut. Ne yapacaklar? Meclis derhal kendi içinden bir kriz yönetimi oluşturuyor. Hepinizin ismini bildiği Sinop Mebusu Rıza Nur’u görevlendiriyor. Rıza Nur da mebuslar içerisinde 3 kişiyi seçerek bir kriz koordinasyonu kuruyor. Ünitelere ayırıyorlar, yaralıları şehrin hastanelerine sevk ediyorlar. Hastane olmayan yerlerde de doktorları çağırıp, tedaviyi hastane dışındaki bölgelerde de sağlamaya çalışıyorlar. Daha hafif yaralıları ise, ahalinin evine dağıtıyorlar misafir olarak. Bu ancak insanların özgür olduğu, kimliklerinin saygı gördüğü, rızanın serbestçe ortaya çıktığı şartlarda olur. Bunları ancak böyle bir Meclis yapabilirdi, yapmıştır da. 

Sorunların çözümü, halk iradesi ve yerel demokrasi ilkelerini birleştirmekten geçiyor

Şimdi bugüne dair birkaç sözle bitireyim konuşmamı. 1921 Anayasası'nın iki temel dayanağı vardı. Böyle bir anayasa yapılmasının ilk dayanağı "halk egemenliği" ilkesidir. Yani halkı kendi sorununu yöneten bir muhatap olarak kabul eden anlayıştı. İkincisi Kürt sorununun çözümüydü. Mustafa Kemal Paşa sorunun ağırlığının ve ciddiyetinin farkındaydı. Bunu halk egemenliği ilkesine dayalı, bütünlüklü bir demokrasi fikriyle çözmeye çalıştı. O dönemler bu konuda çokça çaba harcandı. Yerel demokrasi ve halk iradesi olarak ülkenin bu sorununu çözmek için o gün bulduğu yolu, maalesef daha sonra terk ettik. Şimdi de ülkenin sorunlarının çözümü, bu iki ilkeyi birleştirmek, bu iki alanı bütünleştirmekten gerekiyor. Halk egemenliği, bu hem genel demokrasiyi hem de yerel demokrasiyi içerir. Bir de insanların yerelde kendilerini yönetebilecekleri -elbette bunun belli bir çerçevesi var - şartların, sistemin yaratılması, herkesin kimliğinin eşit değer görmesi ve anayasal kabule, güvenceye bağlanmasıyla olur.

En güçlü Meclis’in yıl dönümünü en zayıf Meclis’te kutluyoruz

Değerli milletvekilleri, sayın başkan; 100 yıl sonra dönüp baktığımızda maalesef bugün Birinci Meclis’in özelliklerinden çok uzak bir Meclis ile karşı karşıya olduğumuzu kabul etmek zorundayız. Eğer bir soru sorulursa, bu yüzyıl içinde en güçlü ve en zayıf meclisler hangileridir diye? Benim cevabım açık ve sanırım pek çok insanın da cevabı açıktır. Evet, en güçlü Meclis’in yıl dönümünü en zayıf Meclis’te kutluyoruz. Bunun bize bir şeyler söylüyor olması lazım. 

Yerel yönetimlerin en güçlü olduğu dönemden, yerel yönetimleri fiilen lağveden bugüne geldik 

Bir de yerel yönetimlerin en güçlü olduğu dönem ile en zayıf olduğu dönem hangisidir diye soralım. Benim cevabım açık: Yerel yönetimlerin en güçlü olduğu dönemin 100. yılında, yerel yönetimleri neredeyse fiilen lağvetmeye yönelik bir yönetim anlayışla karşı karşıyayız. Bu kabul edilemez. Ne kayyım uygulaması kabul edilebilir ne de CHP’li belediyelerin krizi yönetmek için sarf ettikleri çabanın yok edilmesi kabul edilebilir. 

Halk iradesine saygı olmadan halk sağlığını koruyamazsınız

Eğer bu insanlığı tehdit eden ama herkesi eşit vurmayan salgınla gerçek anlamda mücadele etmek istiyorsak, halkın rızasına ihtiyacımız var. Halkın rızasını üretebilmeniz için halkın iradesine saygı göstermeniz lazım. Halk sağlığı halk iradesinde ayrı düşünülemez. Halk iradesine saygı olmadan halk sağlığını koruyamazsınız. Bu kadar basit. 

1923’ün 100. yılına bu şekilde varırsak, Cumhuriyet'ten geriye de fazla bir şey kalmayacaktır

Önümüzde iki tane yüzyıl dönümü daha var. Biri 1921 ve diğeri 1923. Eğer 1921’i bugün güçlü Meclis olmadan idrak etmiş olursak, sanırım Türkiye anayasacılığı da büyük ölçüde bittiği bir döneme girecektir. Yani eğer biz önümüzdeki dönemde güçlü bir Meclis kurmayı başaramazsak, 1921’in 100. yılında Türkiye Cumhuriyeti’nde anayasacılık da bitecektir. 1923’e eğer böyle varırsak, korkarım ki Cumhuriyet'ten geriye de fazla bir şey kalmayacaktır. 

Güçlü Meclis, demokratik anayasa ve demokratik cumhuriyet hep birlikte barış içerisinde yaşamamızın teminatıdır 

O nedenle güçlü Meclis, Demokratik Anayasa ve Demokratik Cumhuriyet bu ülkede hep birlikte barış içerisinde yaşamamızın teminatıdır, temelidir. 

Bu vesileyle çocuklarımıza bırakacağımız en büyük armağanın da barış içerisinde özgür bir ülke olduğunu söyleyeyim. Hepimize, bütün halka, bütün çocuklara en başta sağlık emekçilerine kalbi selamlarımı iletiyorum.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sığınmacılardan Kürt sorununa ve ekonomiye ‘yeni Suriye’ Erdoğan’a ne kazandırır?

Halkına eziyet eden bir diktatör Esad gitti. Yerine geçmişinde El Kaide ve El Nusra olan bir ismin liderlik ettiği örgütün ‘daha ılımlı görüntü veren’ bir ismi geldi. Bunun Türkiye açısından çok uzak olmayan bir vadede barındırdığı risklerle karşı karşıya kalınabilir. Ancak içeride ve kısmen dışarıda şu anda ve bir süre ‘söz-gündem üstünlüğü’ Erdoğan’a geçmiş gözüküyor

Kapitalizmin yıkıcılığı, otoriterizmin baskıcılığı altında “çekmediğim her acı için acı çekiyorum”

Nahif, gerçekten uzak bulunabilir ama ‘çekmediğim her acı için acı çekiyorum’ içselleştirilebilirse farklı bir dünyayı, memleketi konuşabiliriz

Bir mesafe alınmamış olsa, İmralı’ya gitme konusu gündeme gelir miydi?

Türkiye ocak ayı sonundan itibaren görevi devir alacak Trump’ın yaratacağı belirsizlik, bölgede büyüyebilecek bir çatışma-savaş öncesi pozisyon alma çabasında gözüküyor. Elbette iktidarın bir yandan barış-birlikte yaşam için arayışları öte yanda kayyımdan tutuklamalara yaşanan sertlik görüntüleri “yeni bir mühendislik-algı çabası mı” şüphesini haklı olarak düşündürüyor

"
"