17 Haziran 2020

Makbul vatandaş; ‘Türk, laik, asker'den, ‘Türk, Sünni, AKP’li’ye…

Güçler, isimler, partiler değişiyor, iktidarı ele geçirenin davranışı aynı kalıyor

Türkiye’de 2001 krizi ile birlikte Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na 20 banka devredildi, 5 banka battı. Dönemin TMSF Başkanı Ahmet Ertürk bu bankaların TMSF’ye yani devlete faturasının bilanço rakamı üzerinden 30 milyar dolar ekonomiye yarattığı toplam maliyetin 65 milyar dolar olarak hesaplandığını söylemişti. Hatta bu bankaların ‘hikâyelerinden’ 19 ciltlik ‘raf temizliği’ adı altında kitaplar yayınlanmıştı.  Kaybedilen paranın yaklaşık 19 milyar doları gecikmeli şekilde çeşitli yollarla sahiplerinden ya da mal varlıklarından tahsil edilmiş geri kalan halkın sırtına yük olmuş, vergilerle kapatılmıştı.

O dönem kamu bankaları da büyük bir batak içindeydi. Kamu bankalarının ana sorunu ise ‘görev zararları’ idi. Bu zarar, dönemin iktidarları tarafından bu bankalara, oy alacaklarını düşündükleri  kesimlere (başta küçük ve orta boy işletmeler) düşük faizli kredi verme talimatlarıyla oluşuyordu. 1999 ve 2000 yıllarının sonunda bu zararlar öyle boyutlara varmıştı ki tüm varlıklarının yüzde 32’sine denk geliyordu. Alacaklarını tahsil edemiyorlardı, sermaye yetersizliği yaşıyorlardı.  2001 sonrası kamu bankalarının zararı Hazine’ce üstlenildi ve kapatıldı. Yani vatandaşların vergilerinden bu ağır bilanço ödenirken memleket ve insanlar yoksullaştı.

O günlerde ekonomiyi yakından takip etmeyen halkın çoğunluğu için batan bankaların yönetim kurullarında karşılaşılan isimler sürprizdi.  İlk akla gelen birkaç örneğe bakalım. TMSF’ye devredilen bankalardan Sümerbank’ın yönetim kurulunda 1991-1993 yılları arasında Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapmış Muhittin Fisunoğlu vardı mesela. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Vural Beyazıt emekli olduktan kısa süre sonra Etibank’ın yönetimine girmişti. Etibank’ta yönetimde yer alan bir diğer isim Jandarma Genel Komutanlığı ve MİT müsteşarlığı yapmış Teoman Koman idi.  

Sadece bankalar mı? O dönem Türkiye’nin en büyük holdingleri bünyeye, yönetime, danışman kadrosuna  ‘emekli paşa katma’ çabasındaydı. Kimi ‘bankacılık gibi tamamen bilgisi dışında bir alanda’ yöneticiliği kabul ederken kimi kısa bir süre önce ayrıldığı çok önemli görevin ilgi alanında bir pozisyonu kabul ediyordu. Mesela Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan ayrıldıktan kısa süre sonra Havaş’ın Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Ciner’in İsviçrelilerle ortaklaşa kurduğu Park-Ekspres yönetim kurulu üyeliği görevini kabul eden Ahmet Çörekçi.  Emekli Orgeneral, holdingin patronuyla THY Genel Müdürü’nü ve Devlet Hava Meydanları Genel Müdürlüğü’nü ziyaret etmiş, tepkiler gelince kısa bir süre sonra görevden ayrılmıştı.  

Patronlar niye emekli paşaları bünyelerine katma yarışındaydı? Çünkü siyasetten ekonomiye her alanda ‘askerin gücü’ vardı. Bu ‘gücü’ yanlarına almak onları ‘korunur’ kılıyor ya da kimi alanlarda avantajlı hale getiriyordu. Türkiye’nin  uzun zaman makbul vatandaşları ‘Türk, laik, asker’ idi.

Memleket bir süredir haklı bir itirazla eski milli güreşçi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın danışmanlarından Hamza Yerlikaya’nın Vakıfbank Yönetim Kurulu’na atanmasını tartışıyor. Sadece o mu, partinin kurucularından Abdülkadir Aksu’dan partinin eski milletvekilleri Dilek Yüksel Sadık Yakut’a pek çok isim…Sadece Vakıfbank’ta mı? Tüm kamu bankalarında ve Turkcell gibi yarı devletleşmiş büyük kuruluşlarda. Sadece kamuda mı? Hayır özel sektörde yönetim ya da danışma kurullarında. Her yerde AKP’li eskiler, yeniler, onların, çocukları…Liyakatla değil güçle-iktidarla gelinen  makamlar.

Yeni makbul vatandaşları memleketin ‘Türk, Sünni, AKP’li’ artık. Bir zamanlar devletin ‘Türk, laik, asker’ makbullerine çoğu haklı sebeplerle karşı çıkanlar devleti ele geçirdiklerinde aynısını, hatta daha beterini uygulamaktan geri durmuyorlar. Burada ‘devleti yönetmek değil ele geçirip istediği şekilde davranmak’ motivasyonu üzerinde durmak gerekiyor. Dün asker bugün AKP yarın kim bilir kim?

Hukuku ve kuralları olmayan, mevcutların gücü elinde bulunduranlara göre şekillendiği ve demokratik itirazların olmadığı ülkelerin sorunu bu. Güçler, isimler, partiler değişiyor, iktidarı ele geçirenin davranışı aynı kalıyor.

Yazıyı bitirirken kısa bir süre önce okuduğum bir kitaptan (bilimsel çalışma) alıntı yapmak istiyorum. İrfan Özet’in ‘Fatih Başakşehir, Muhafazakar Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus’ çalışması. Bugünü tarif eden önemli bir cümle bu. Şöyle diyor:   

Kökene ve dinselliğe dayalı simbiyotik ilişki ağına, günümüzde iktidar gücü de eklendiğinde İslami habitus giderek bir ekonomik rasyonaliteyi temsil etmektedir. Habitus içinde yer almak bu yönüyle küresel kentte tutunma, hatta yükselme ve sıçrama imkanı sağlamaktadır.   

Yazarın Diğer Yazıları

Sığınmacılardan Kürt sorununa ve ekonomiye ‘yeni Suriye’ Erdoğan’a ne kazandırır?

Halkına eziyet eden bir diktatör Esad gitti. Yerine geçmişinde El Kaide ve El Nusra olan bir ismin liderlik ettiği örgütün ‘daha ılımlı görüntü veren’ bir ismi geldi. Bunun Türkiye açısından çok uzak olmayan bir vadede barındırdığı risklerle karşı karşıya kalınabilir. Ancak içeride ve kısmen dışarıda şu anda ve bir süre ‘söz-gündem üstünlüğü’ Erdoğan’a geçmiş gözüküyor

Kapitalizmin yıkıcılığı, otoriterizmin baskıcılığı altında “çekmediğim her acı için acı çekiyorum”

Nahif, gerçekten uzak bulunabilir ama ‘çekmediğim her acı için acı çekiyorum’ içselleştirilebilirse farklı bir dünyayı, memleketi konuşabiliriz

Bir mesafe alınmamış olsa, İmralı’ya gitme konusu gündeme gelir miydi?

Türkiye ocak ayı sonundan itibaren görevi devir alacak Trump’ın yaratacağı belirsizlik, bölgede büyüyebilecek bir çatışma-savaş öncesi pozisyon alma çabasında gözüküyor. Elbette iktidarın bir yandan barış-birlikte yaşam için arayışları öte yanda kayyımdan tutuklamalara yaşanan sertlik görüntüleri “yeni bir mühendislik-algı çabası mı” şüphesini haklı olarak düşündürüyor

"
"