AKP iktidarının ilk yılları idi. O zaman Başbakan olan Tayyip Erdoğan Bingöl'de yaptığı bir konuşmada (2007) şöyle bir cümle kuracak, bir tartışma başlatacaktı: CHP seçkinlerin, biz halkın partisiyiz. Devlet öncelikli değil, insan öncelikliyiz, millet öncelikliyiz…
Erdoğan ve partisinin ileri gelenleri sık sık 'halkla ne kadar yakın, iç içe olduklarını' anlatıyor, 'seçkin-elit-beyaz' olarak tarif ettikleri kitlelerin bir bölümünün halka bakışını-halk hakkındaki yargılarını-yorumlarını sert şekilde eleştiriyorlardı. Bu eleştirilerinde haklı oldukları yönler de vardı. Sayıları az da olsa kimilerince kullanılan 'bidon kafalıdan-göbeğini kaşıyan adama' kabul edilemeyecek ifadeler ortadaydı. AKP'liler de bunu muhalefetin geneline yayarak 'biz' ve 'onlar' ayrımını derinleştirerek kullandı. Bunu oya da tahvil etti. Ülkede yaşanan kutuplaşmanın ana noktalarından birini 'halkın içinden gelenler-halkla beraber olanlar-halkı anlayanlar' ile 'halktan kopuk olanlar-halkın sesine kulağını tıkayanlar-halkı küçümseyenler' tartışmasına taşıdı.
Aradan geçen yıllar AKP devletleşti, devlet AKP'lileşti. "Devlet öncelikli değil insan öncelikliyiz" diyen parti ekonomiden güvenliğe demokrasi anlayışından haklara önce devlet demeye başladı. 1100 odalı Cumhurbaşkanlığı Saray'ı da iktidar mensuplarına alınan çok sayıda lüks uçak ve arabalar da ejder meyveli-sushi'li davetler de halka hep 'itibardan tasarruf olmaz' diye anlatıldı.
Giderek artan işsizlik oranı, ekonomide tercihlerin hep sermayeden yana kullanılması, hukuksuzluğun sadece muhaliflere değil hemen her kesime yaygınlaşması, sürekli parmak sallanarak kitlelerle iletişim kurulması partinin çekirdek oy verenlerinde bir düşüşe sebep oluyordu. Ancak Koronavirüs salgını ile birlikte yaşanmaya başlananlar geniş halk tabanından kopuşun daha net şekilde ilanı gibiydi.
Açıklanan destek paketinde emek kesimine çok küçük bir pay ayrılması, zorunlu alanlar dışında da ekonomiye zarar gelmesin diye çalışmaların başta inşaat sektörü önlem alınmadan sürdürülmesi, 20 yaş altına getirilen sokağa çıkma yasağının 'çalışan gençler hariç' kılınması, işten çıkartmaları yasaklıyoruz deyip insanları günde 39 lira ile yaşamaya mahkum etme çalışmaları…
Ve sonu 'ayrılık' ile biten iki görüntü. Birincisi kriz günlerinde ellerde eldiven yüzde maske Kanal İstanbul ihalesi. Gelen büyük tepkilerin ardından Ulaştırma ve Alt Yapı Bakanı Mehmet Cahit Turhan'ın görevden alınması. Diğeri ve tabi daha da vahimi 10 Nisan günü 31 ilde ilan edilen sokağa çıkma yasağının plansızlığı yüzünden on binlerce kişinin sosyal mesafe-maske aramadan markete-fırına akın etmesi. Ardından İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun önce "Cumhurbaşkanımızın haberi vardı" deyip sonra "Öngöremedim olabilecekleri" diyerek pazar akşam saatlerinde 'hatayı üstlenerek' istifasını duyurması idi. Her iki olayın da hele sokağa çıkma yasağının Erdoğan'a danışılmadan alınması imkansız bunu hepimiz biliyoruz.
Bu arada Soylu'ya dair kısa bir not. Erdoğan'ı ve partisinin dönüşen 'güvenlikçi-devletçi' dilinin en öndeki uygulayıcısı olması aynı zamanda MHP koalisyonunda önemli bir noktada oluşu sebebiyle istifası dikkate değer. Uzun süredir partide 'liderlik' konusunda damat Berat Albayrak ile yarış halinde olduğu da biliniyordu. Bu istifa parti içinde de koalisyonda da dengeleri değiştirebilecek bir nokta. Tabi eğer 'planlanmış bir iletişim şekli değil ise.' Gece yarısına doğru bu yazının yazıldığı saatlerde Erdoğan ile bir görüşme yapacağı haberleri geliyordu. Görevde kalsa bile eğer gerçekten Erdoğan ile görüşmeden istifa ettiyse bile bu hareket kısa vadede iktidarda sıkıntı yaratacaktır.
Bu konuda daha çok yazılıp-çizilecek. Dönelim tekrar 10 Nisan gecesi baskın sokağa çıkma yasağından sonra olanlara. Önce AKP'nin propaganda aygıtı Sabah'ın iki ismi Mehmet Barlas ve Engin Ardıç'ın yazdıkları. Barlas ihtiyaçları için dışarı çıkanları 'zeka özürlü' diye tanımladı:
"Sonuçta tüm yaşlar için iki günlük sokağa çıkma yasağı geldi. Ve büyük ölçüde bu yasağa uyuldu. Yasağı dinlemeyip sokağa çıkan veya gizli olarak açık tutulan marketlere tıkışanlar da, polis zoruyla evlerine gönderildiler. Yasak başlamadan önce gece yarısı sokakları, meydanları, marketleri dolduranları ise büyük çoğunluk 'Koronavirüs salgınını umursamadıklarına göre bunlar zeka özürlü olmalılar' diyerek televizyon haberlerinden izledi."
Ardıç ise 'ayı'dan 'alt tabakaya' tanımlar kullandı:
"Yasağı çiğneyen ayıları televizyondan gülerek izlemiyor muyuz? İşbu yasak alt tabaka için konulmuştur. Çünkü hava henüz serin olsa da güzel, baharın ucu göründü, hafta sonu bunları 'zaptetmek' mümkün olamayacaktı. Küçük burjuva yasaklara büyük ölçüde uyum sağladı. Yüksek sosyete, Şeyma hariç, olgun davranıyor. Ama onların evleri de geniştir. Arıza çıkaran lümpen proletaryadır. Virüsün yoğun olarak gözlendiği semtlere bakın, anlarsınız."
AKP'nin kurucularından Ayşe Böhürler ise aynı gece "Türk'ün evinde dolu olan kilerden buzluktan" bahseden tweet atacaktı.
AKP bir zamanlar "CHP seçkinlerin biz halkın partisiyiz" diyordu. Bugün gelinen nokta; "AKP'nin kendi yarattığı sermaye ile medya adı altındaki propaganda aygıtlarında çalışanlarının sesinin-gücünün en yüksek düzeye ulaştığı parti" haline dönüştüğü. Tabi hâlâ 'Erdoğan sevgisi' ile destek veren çekirdek kitle azalsa da var. Ancak onlar da 'zeka özürlüden ayıya' en utanç verici kelimeleri kullanmaktan çekinmeyenlerin yazıp konuştuğu AKP medyasına bakarak yeni bir hesap yapacaklardır. AKP artık halkın değil 'iktidarın seçkinlerinin' partisidir.
Not: Gece yarısına 10 dakika kala Cumhurbaşkanılığı İletişim Başkanlığı Süleyman Soylu’nun istifasının Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul edilmediğini duyurdu. Ancak Soylu’nun istifa açıklaması duyurudan evvel yazdığım yukarıdaki yazıda olduğu gibi bir iletişim stratejisi değilse Erdoğan’ın kabinesi ile de iletişim ve problem olduğunu ortaya koyar. Soylu’nun hamlesi iktidarın birliği ve idare yeteneği konusunda soru işareti yaratmıştır.