Irak savaşında TBMM’den geçmeyen tezkere dünyanın gözünü Türkiye’ye AKP’ye çevirmesinde yol açtı ama o olayda Tayyip Erdoğan ön plana çıkmadı. Erdoğan’ı ön plana çıkaran olay Davos’ta Şimon Peres’le tartışmasıdır. Batı’nın İsrail karşısında genellikle “toz kondurmaz” tavrına rağmen Erdoğan’ın bu tavrı Batı’da tepki toplamadı (o sırada Obama da İsrail yönetiminin pervasız ataklıklarından rahatsızlığını açığa vuran davranışlar gösteriyordu). Öte yandan bu jest, özellikle Arap ülkelerinde Erdoğan’ı hemen popüler bir figür haline getirdi. AKP’nin Orta Doğu siyasetinin omurgası da bu olayın yarattığı atmosferde biçimlenmeye başladı.
Peres olayını Mavi Marmara izledi. Erdoğan daha sonra (yakınlarda) “Bana mı sordunuz?” diyerek bu olaydan kendini sıyırdı ama o sırada AKP’nin tavrı İHH’nın eylemini sahiplenmek istediği izlenimini vermekteydi. Gene aynı nedenlerle, yani İsrail’in artan saldırganlığı karşısında, bu da kınanacak bir olay gibi gözükmedi ve gene Arap dünyasında çok olumlu karşılandı. Ama bazı hesapsız yanları da vardı. İsrail’le ilişkiler uzun süre “şeker renk” gitti. Gene bu yakınlarda (“Bana mı sordunuz?” zamanında) onarıldığında da kimseyi çok fazla mutlu etmedi.
Derken, Arap Baharı ile, işler iyice sarpa sardı. Sarmak zorunda mıydı? Hayır değildi. Ama iyi yönetilemedi.
“Komşularla sıfır sorun” politikası iyi bir politikaydı. Başladığı gibi götürülebilse ilgililerin hepsinin hayrına olabilirdi. Ama götürülemedi. Götürülememesinde en büyük sorumluluk Türkiye’nin üstündedir, en önemli saptırıcı etken de tabii Suriye’dir.
Bunların çoğu epeyce yazıldı, söylendi ama madem “AKP döneminde dış politika” gibi bir konuya girdik, bunları söylemeden olmaz.
Yanlışlık dizisi analiz ve değerlendirme aşamasından başladı (öyle başlaması da normaldi). Esad rejimi hemen devrilip gidecek sanıldı. Bunun açık belirtisi Şam’da namaza gitme edebiyatında görüldü. İşte şu kadar yıl sonra, Türkiye Dışişleri Bakanı’nın Şam’da namaz kılma ihtimali oldukça zayıf görünüyor.
Bu acelenin nedeni ne olabilirdi? Bunun cevabı da hâlâ bir şekilde yürürlükte olan Neo-Ottomanizm’de olsa gerek. Bir zamanlar Osmanlı yönetiminde yaşamış çeşitli halklar o zamandan beri girdikleri yeni hayat tarzından hiç mutlu değiller. Büyük bir nostaljiyle Yeni-Osmanlılar’ın geri gelmesini bekliyorlar! Oralarda bu yolda birkaç cümle söyleyebilecek birkaç aydın bulabilirsiniz ama yarı espri havasında söylenmiş bu gibi sözleri genel bir isteğin dile getirilmesi olarak yorumluyorsanız bu tam bir “stratejik sığlık” içinde bulunduğunuzu gösterir.
Alınan bu tavırların bence önemli kötü sonuçlarından biri –ama bunun tek örneği Suriye değerlendirmesi değil- göz çıkaran bir tutarsızlıktı; “Kardeşim Esad”dan “Katil Esed”e dönüşüm hızı ve kolaylığı şaşırttı. Ama aynı zamanda güven sorunu yaratıyor. Bu derece kolaylıkla bu derece çelişik pozisyonlar alabilen birinin hangi sözüne güven duyabilirsiniz?
Yanlış teşhis, yanlış beklenti ardından kaçınılmaz olarak yanlış davranış. İki üç gün içinde “Esed düşüyor”, “Şam’da namaz sözümüz var” derken, “IŞİD’i, Nusra’sı, kimin neci olduğuna bakmadan somut gidişata katıldı Türkiye. Oysa daha işin başında da, düşmanın ciğerini yiyen İslami savaşçıyla falan, burada epey insanlık dışı bir potansiyelin harekete geçmiş olduğu anlaşılabilirdi. Ama “hepimiz Müslüman’ız” rüyası içinde anlaşılmadı. Suriye’nin “iç işleri“ne (herhalde “iç işleri” denebilir) bu şekilde sallasırt “müdahil” olunca, IŞİD’le de tuhaf bir sürece girmiş olduk. Üstelik bu “müttefik” sıfatıyla birlikte davranmamız gerekenlerden de habersiz bir “kendi kafana göre takıl”ma örneği oldu. Derken uçak düşürdük (bu da, aynı alanda ikinci bir yüz seksen derece dönüş olayına yol açtı); saçma sapan bir sarmal içinde bulduk kendimizi.
Kaldırması gerçekten zor sayıda göçmenler, onların ne olacağına dair belirsizlik… Ama çok daha vahimi gene bu Suriye krizine vaziyet etme üslûbundan doğan, Kürt sorununu soktuğu çıkmaz. Burada AKP yalnız değil. Bu olaya onun gibi bakan başkaları da var; onun için burada daha fazla ayrıntıla girmeyeyim.
“Orta Doğu politikasında Türkiye tuhaflıkları” diye bir başlık altında toplayabileceğim davranışlar Suriye’yle başlayıp Suriye’yle bitmiyor. Mısır da hemen akla geliyor.
Şimdi ilkesel düzeyde bakıldığında, Suriye’de Esad’ın canavarlıklarını dile getirmek yanlış değildi. Tuhaflık, ne olduğunu yıllardır baba Esad’dan başlayarak bildiğimiz bu rejimle önce gösterilen yakınlık, “gece yatısı ziyaretleri” v.b., sonra da beş dakika içinde kanlı bıçaklı olmaktı; Mısır’da Sisi’nin Mursi’yi darbeyle indirmesini ve bu arada çok sayıda Mursi taraftarını sinek gibi öldürmesini kınamak da bence yanlış değildi. Burada yanlış bir “doz” sorunuydu. Diplomatik ilişkilerin kesilmesine varacak kadar yüksek sesle yayın yapmanın gereği yoktu. Ayrıca Sisi'ye böyle çullanırken Mursi’nin İhvan’ın hiç suçu, kusuru yokmuş gibi davranmak da Türkiye içinde alınan tavırlar çerçevesinde anlamlıydı. Bütün bu davranışta İslam dünyasında bir mansıp kapma isteği de oldukça saydam görünebildiği için AKP’nin hedef aldığı kişi ya da rejimlerin AKP’yi hedef alması ve cevap yetiştirmesi çok zor olmuyor, kendi kamuoylarında ikna edici sayılıyordu.
Bu gelişmelere kadar AKP’nin söz konusu İslâm dünyasıyla, bu dünyanın siyasi kültürü ve eğilimleriyle ilişkileri demokratik ülkelere ve uluslararası toplulukta olumlu izlenimler yaratmıştı. “Ben İslâmcı’yım” diyen bir parti demokratik kurallarla uyumlu bir siyaset güdebildiğini dünyaya göstermekteydi. Böyle bir modelin varlığına ihtiyaç duyan dünyada bu durum bir umut yaratmıştı. Tayyip Erdoğan da Müslüman toplumlara laik bir düzen içinde yaşamanın olumlu olduğunu söyleyebiliyordu. Ancak daha sonraki tavırlar ve sözlerle bu resim toptan değişti.
Bu yazıyı da burada bırakayım. Bugünkü Türkiye Orta Doğu’da ne yapacağından korkulan bir ülke olabilir, ama “örnek alınacak bir ülke” olmaktan çıktı.