Türkiye'nin 19. yüzyıl başlarından bugünlere uzanan bir "Kürt sorunu" var; ama "Kürt sorunu" bir "Orta Doğu sorunu"; dolayısıyla uluslararası bir sorun. Önümüzdeki yıllarda devam edeceği belli.
Türkiye bu sorunun kendisini doğrudan doğruya ilgilendiren kısmıyla başa çıkmakta doğru politikalar üretemedi. Dolayısıyla çözüm yerine çözümsüzlük yarattı, sorunu büyüttü. Olayın doğrudan muhatabı komşularımızdan da çok daha parlak bir örnek çıkmadı.
Türkiye, Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlığı'nda, 2012'de "Barışçı Çözüm" formülünü telaffuz ettiğinde, sorunun kendine düşen kısmında çok önemli bir ilerleme sağlayacak gibi görünmüştü. Ama bugün buradayız; çözüm, o sözlerin telaffuz edildiği günlerde olduğundan da uzaklarda... Neyse, bu konuya döneceğiz. Önce kısa bir tarihçe ile olayın uluslararası boyutlarına bir göz atalım.
Orta Doğu'nun bugün bazı rötuşlarla devam eden "harita"sı Birinci Dünya Savaşı'nın ertesinde çizilmişti. Sykes-Picot vb. Örneğin Suudiler o çizilen haritayı kendilerine göre değiştirdiler; ikinci savaşın arkasından İsrail kuruldu ve bu bölgede her şeyi değiştirdi. Ama sonuç olarak 1920'lerde siyaseten biçimlenmiş bir coğrafyada yaşıyoruz.
O tarihlerde bu bölgenin en "dilsiz" halklarından biri Kürtlerdi (Süryanileri saymazsak). Çok daha erken tarihlerden başlayarak, belirli bir "özerklik" içinde yaşamıştı Kürtler; ama bu özerkliğin onlar için paradoksal bir sonucu, çağdaş dünyada hayli "arkaik" kalan bir toplumsal yapının sürmesi olmuştu. Aşiret temeline dayalı, ağır feodal bir yapıyla 20. yüzyıla girmişti Kürt halkı. Yetişmiş bir intelligentsia'dan büyük ölçüde yoksundu. Onun için savaş sonrasında yıkılan Osmanlı'nın enkazı içinde yeni biçim verilmesi sürecinde Kürtlerin hissedilir bir etkisi olmadı. Şerif Paşa gibi birkaç kişinin çalışmaları bir semere vermedi. Kürtler, Orta Doğu'nun güçlü bileşenleri Araplar, Farslar ve Türklerin bölüştüğü bir siyasî coğrafyada, her yerde azınlık olarak yaşamak durumunda kaldı.
Uzatmayayım. Bugün Kürtler, "bir devleti olmayan en kalabalık halk" olarak biliniyor. Yirmi, otuz milyon Kürt yaşıyor hesapça. Yaşadıkları bölgede kimse onların bir devlet kurmasını istemiyor. Onun için Saddam sonrasında Irak'ta oluşan yarı-özerk Kürt bölgesinin dahi geleceği garanti altında değil. Gelgegelim, Orta Doğu'da kendi toprakları üstünde Kürt devleti görmek istemeyen Türkiye, İran ve Irak'tan (ayrıca Suriye'den) başka, böyle bir kaygısı olmayan dünyada Kürtlerin devlet kurma talebi bir "tabu" olmuyor. Tersine, haklı görünüyor. Bugünün dünya değerleri çerçevesinde, Kürt-olmayan birçok insan da kendini bir "Kürt davası"na adayabiliyor.
Bu arada dünyanın geleceğini belirleme gücünü ve "hak"kını elden bırakmak istemeyen ABD ile Rusya'nın da Kürt sorununa bu gözle bakmaları kaçınılmaz. Yani "devlet sahibi" olmak üzere gitgide büyüyen bir "basınç" yaratan milyonlarca insan varsa, bu basınç "izole" edilebilir mi? Edilemezse, bu devlet nerede, kimlerin toprağında kurulur? Kendini o toprakların sahibi olarak görmeye alışmış ülke (her kimse) bu durumda ne yapar vb.
Çetrefil, çetin bir sorun. Ama yirmi, otuz milyon Kürt'e "vazgeçin" demekle bitmeyeceğini herkes anlıyor; bu yirmi, otuz milyon Kürt'ün böyle bir özlemi, hedefi olmasını da kimse ayıplamıyor-yadırgamıyor da.
Dünya "ulus-devletler" çağının kapandığına dair bazı belirtiler göstermekte. Ama dünyada "gelişme" dediğimiz şeyin "eşitsiz" olduğunu da biliriz. Bütün içsel zaaflarına rağmen Avrupa Birliği ulus-devlet eşiğini aşmış bir toplumsal örgütlenme biçiminin olabileceğine işaret ediyor; arada bu olurken önceki yarışta geç kalan Kürtler ulus-devlet istiyorlar.
Bana göre de bu "yolçatı"nda Türkiye'nin seçmesi gereken siyaset Kürt halkıyla uzun-vadeli dostluk ve ittifaktı. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Kürtlerin herhangi bir ezikliği olmadığını ve her türlü yurttaşlık hakkına sahip olduklarını varlığıyla kanıtlayarak gösteren bir düzen kurulabilmeliydi. Aynı zamanda, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında yaşayan Kürtlerin hak talepleri ve mücadelelerinin de arkasında duran bir dostluk politikası olmalıydı bu.
"Suriye'de Kürtlerin 'devlet izlenimi uyandıracak bir düzen kurmasına hiçbir şekilde razı olmayız. Onun için de yakarız, yıkarız" söylemine dayanan bir politika olabilecek en yanlış şeydi.
Herhalde "en yanlış" olduğu için iktidar bunu benimsedi. Bu sorunu barışçı biçimde çözmeye en fazla yakalamış olan Türkiye Cumhuriyet'inin iktidarı şu anda barışı en uzak ihtimal haline getiren bir politika uygulamakta.
Neden?
Kendi "tek-adam" rejimini kurabilmek için.
Bu konudan devam edeceğim.