Son zamanlarda memlekette "Ali Erbaş" adı epey sık duyulur hale geldi. Ayasofya'nın ön plana çıkmasıyla Ali Erbaş da gündemin başına yerleşti. Elinde kılıcıyla falan başka türlü olması da herhalde beklenemezdi. Ama bu son popülarite rüzgarına kalmadan, aslında Diyanet İşleri'nin başına getirildiğinden beri Ali Erbaş oyunun belli başlı aktörleri arasına girmişti.
Ali Erbaş'ın devlet memurları, ileri gelen devlet memurları arasında sahip olduğu makam ne kadar önemli olursa olsun, bu ülkenin tek otoritesi, tek sahibi Tayyip Erdoğan olduğuna göre, onun karşısında herhangi bir özerkliği olamaz. Tam tersine, bu öneminden ötürü, onun mutlak denetimi altında hareket etmek durumundadır. İşte Ayasofya. Burada olan, Türkiye'nin dünyaya verdiği mesaj. Ali Erbaş bu mesajın dünyaya iletilmesinin önemli, belki baş aktörü olabilir. Ama oyunun yazarı da, sahneye koyanı da, yapımcısı da Tayyip Erdoğan.
Dünyanın burasında bir zamanlar Doğu Roma İmparatorluğu vardı. Dördüncü yüzyıldan sonra Hıristiyan bir İmparatorluk oldu. Bu dinin başında bir dini otorite olması gerekiyordu. Nitekim oldu. Adına da "baba" anlamında "Patrik" dendi. Ne var ki Patrik, Kilise'nin başında olmakla birlikte, kendisi İmparator'un hizmetinde bir devlet memuruydu. Patrik, İmparator'un din işlerinde fikrini soracağı, olurunu alacağı kişiydi ama Roma'daki benzeri gibi, üzerinde seküler bir "efendi" olmayan bir dini önder değildi.
Aynı topraklar üstünde kurulan Osmanlı İmparatorluğu Bizans'ın düzenini kendine yakıştırdı. İmparator/Patrik ilişkisinin yerini Padişah/Şeyhülislam ilişkisi aldı. Şeyhülislam'ın çeşitli ayrıcalıkları vardı ama bir yere kadar. Örneğin, ulemanın başı Şeyhülislam idam edilemezdi. Ama devlet aklı öyle olmasını gerektiriyorsa? Yolu bulundu: azledersin, sonra bir devlet görevine tayin edersin -örneğin "beylerbeyi". Sonra da idam edersin. Bir kere oldu bu.
Tayyip Erdoğan henüz idam cezasını geri getirmedi. Muhtemelen sıradadır. Ama bundan böyle Şeyhülislamı ilgilendirmez. "Azil" yeter (gerçi Erdoğan bugün Davutoğlu'nun, Babacan'ın yaptıklarına, söylediklerine bakıp "ecdad aklına" hayranlık duyuyor olabilir ama olsun -ne olsa, zaman bir şeyler değiştiriyor).
Uzun sözün kısası, Ali Erbaş öne çıkar gibi görünse de, sonuç olarak ilişki "Padişah/Şeyhülislam" ilişkisinin günümüze adapta edilmiş biçimi. Dünya aleme kılıç gösterilecekse, göstermeye karar veren belli. Ali Erbaş içinse rolünü canla başla -"yaşayarak" derler ya- oynayan bir aktör olduğu söylenebilir.
Ayasofya'nın cami olması elbette bir "iç politika" adımı. "Gündemi değiştiriyor" yorumuna katılmıyorum. Tayyip Erdoğan, kendisinden sonra gelecek kuşaklara bırakmayı tasarladığı Türkiye'yi adım adım kurma yolunda. Bu da onun parçası. Çevresinde yerine getirilen bütün ayinlerle birlikte. Büyük bir çoğunluk olduğunu sanmıyorum, ama içeride belli bir kitleye hoş görünen bir adım. Gelgelelim, asıl muhatabın dış dünya olduğunu, dolayısıyla bunun öncelikle bir "dış politika" adımı olduğunu düşünüyorum. Tayyip Erdoğan yurt içindeki demokratlara "Artık sizinle alışverişimi kesiyorum" mesajını İstanbul İl Başkanı ağzından tebliğ etmişti. Ayasofya ile benzer bir mesajı dünyaya Ali Erbaş ve onun elinde tuttuğu kılıçla bildiriyor.
Yalnız kılıç değil galiba. Şu birkaç gündür Ayasofya'ya namaz kılmaya gelen binlerce kişiyle aynı şeyi vurguluyor. Bu namazı özleyen ne çok Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olduğunu ulusal gururla göğsü kabararak ilan ediyor.
Kılıç bu bakımdan önemli. Bunun gelenekte "devletin hükümranlığı"nı simgelediği söylenir. O kadar basit olduğunu sanmıyorum. Yirmi birinci yüzyıldayız ve dünyada bir dolu hükümran ülke var. "Öbürlerinden daha hükümran" olanları da eksik değil ("bazı hayvanlar daha eşittir" ilkesine uygun). Ama kimse hükümranlığını böyle kılıç gibi simgelerde vurgulamak gereğini duymuyor.
Duysa nasıl olurdu, diye düşünüyorum. Pakistan'da, diyelim İslamabad'da Cuma namazında adamın biri minberin yanında elinde bir "atom bombası" maketiyle dursaydı… Ama Pakistan gibi bir ülke de bunu yapmıyor. Ülke değil de Taliban'ın, El Kaide'nin, IŞİD'in başvuracağı simgeler bunlar. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dünyaya böyle bir çehre göstermeyi belli ki sakıncalı bulmuyor. Ama bir yandan da dostlarımızı artırıp düşmanlarımızı azaltacağını söylüyor. Bu yöntemle mi olacak bunlar?
Başka pek çok şey gibi bu da bir yandan Tayyip Erdoğan iktidarının içinde bulunduğu durumu sergiliyor. Düşman azaltmak, dost çoğaltmak, en basit sağduyu düzeyinde de, en girift ve karmaşık strateji çiziminde de, aranması gereken, oluşturulması gereken şeydir. Ama Tayyip Erdoğan'ın iktidarını devamlı kılmak için gerekli (hatta zorunlu) gördüğü ve her gün uyguladığı yönteme uymuyor. Sosyalistler bir zaman haykırırdı: "Daha daha Vietnam!" diye.
Erdoğan da bağırıyor: "Daha daha düşman! Daha daha gerilim!".
Erdoğan'ın çıkarlarıyla Türkiye'nin çıkarlarının çelişmeye başladığı sözü bir süredir telaffuz edilmeye başlandı. Boş bir söz değil.