Son yazıda “aile” kurumunun aile dışında oynadığı rollere değinmiştim. “Abi” ideolojisinden söz etmiştim ama “abla” ya da “yenge” kullanımına girmemiştim. Neyse, bugün bir bireyin aile bağı olmadığı bir topluluğa katılma biçimi üstünde durmak istiyorum. “İntisab” kelimesi bunu anlatıyor. İlk kez yazmıyorum bu konu üstüne. “Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür”de epey genişlemesine tartışmıştım. Ama çok okuyan olduğunu sanmıyorum. Onun için tekrarlamakta sakınca yok. Zaten bizim ülkenin özellikleri birçok şeyi tekrarlamayı zorunlu değilse de kaçınılmaz kılıyor.
“İntisab” Arapça “n-s-b” konsonlarından oluşan kökün “fiil” şekli. “Neseb” ve “nisab”, “mensub” ve “mansub”, “tensib” v.b. hep bu kökten türüyor. Dediğim gibi, bir aile bağınız olmayan bir topluluğa katıldığınızı anlatıyor. Kesin bir iddiada bulunamam ama ya “lonca” ya da “tekke”nin bu kullanımın ortaya çıktığı ortam olduğunu düşünüyorum. Çünkü “intisab” etmekte deneyimsiz birinin kendinden daha deneyimli birilerinin arasına katıldığı çağrışımı var. Oraya intisab edecek, edinilmesi gereken deneyimi ondan sonra edineceksiniz.
Lonca ve tekke zaten Orta Çağ’ın başlıca iki kurumu, iki örgütlenmesi. Lonca aşağı yukarı zorunlu, çünkü herkesin bir yere bağlı olması gerekiyor. Tekke için böyle bir nesnel zorunluk yok ama gene de çoğunluk bir tekkeye intisab ediyor. Her iki örgüt biçimi de üyelerinden, daha doğrusu mensublar”ından katı bir disiplinle örgüte bağlı olmalarını talep ediyor. Lonca başı ile zanaatkarlar, tekkenin şeyhi ile müridleri arasında böyle sıkı bir bağ var ve aslında bu da aile içindeki “baba ve çocukları” ilişkisinden pek farklı değil. İntisab edenler, gerekli her şeyi bu “büyükler”den öğreniyorlar.
Bu nedenle Osmanlı kültüründe “kapı” kavramı da çok önemli. “Kul olduk kapusunda”… deniyor. “Kapısına yazılmak” diye bir deyim var. Bu çocuğunu mektebe, hocanın eline veren babanın “eti senin, kemiği benim” demesi adetinden bağımsız ya da uzak değil. Bütün toplumsal birimler, temelde birbirinin yeniden-üretilmiş biçimlerini alarak daha büyük bir hiyerarşiler zinciri oluşturuyorlar. Sistemin bütününü çalıştıran öge, “itaat”. Onu aradan çekip alırsanız bütün yapı çöker.
Bu tabii bireyselliğe hemen hemen hiçbir yer bırakmayan bir işleyiş ve bir ilişkiler ağı öngörüyor. Tam tersine, ideal, herkesin birbirine benzemesi. Ama, tabii—ve neyse ki—hiçbir ideal tam gerçekleşmez.
İlk biçimlendiği yer lonca ya da tekke olabilir, diyorum (“Ahiler” falan dediğimizde bunlar zaten birbirine çok yakın örgütler). Beşik neresiyse neresi, ama Osmanlı tarihinde başka örgütlenmeler de bu “intisab” modelini izledi. Örneğin bir timar beyinin veya bir sancak beyinin yanına savaşacak ya da asayişi sağlayacak adamları toplama biçiminin de bundan çok farklı olacağını sanmıyorum. “Kapı”sına yazılmış “sarıca”lardan, “levent”lerden benzer bir itaat bekliyordu. Onların da kendi aralarında hiyerarşileri vardı (genellikle yaşa, deneyime göre biçimleniyordu). Kökeni “aile” olan, “baba otoritesi” modelinden kaynaklanan “itaat” bunların hepsinde geçerliydi.
Bunların Osmanlı toplumuna özgü şeyler olduğunu düşünmüyorum. Ortaçağ’da bir üniversitede “tutor” ile öğrenci ilişkisi de herhalde böyle bir şeydi. Lonca örgütlenmesinin de bundan farklı olmasını gerektirecek bir şey yok. Bizdeki “tekke”nin orada tam bir karşılığı yok ama ona yakın “manastır”da da durum buydu.
Derken “modernleşme” başladı. Kapitalizm gitgide yerleşti; nicelikler gitgide büyüdü; ilişkiler gitgide anonimleşti. Dünyada değişen şeylerin listesini daha adamakıllı uzatabiliriz ama uzatmayalım. Bu değişimler tabii ilkin kapitalizmi icat edenlerin hayatlarında kendini gösteriyordu. Önce onların dünyası değişti. Ama kapitalizmi tek bir yerde zaptetmek mümkün olmadığı için, “modernleşme” dediğimiz sürecin etkileri de bütün dünyaya yayılmaya başladı. Üstelik, görece yeni yayıldığı ülkeler ve bölgelerde—doğduğu yerlere oranla—daha da yabancı, bilinmedik, anlaşılmadık bir nesneydi.
İnsanlar ve bütün canlılar tanımadıkları, bilmedikleri bir “fenomen” karşısında bildikleri davranışları yerine getirerek tepki gösterirler. Bir kere daha yazdığım, gorillerin, ateşli silahlarıyla gelmiş bir avcı grubunun karşısında göğüslerini yumruklayarak durmaları gibi.
Ve bu tepki genellikle sökmez.
Amerika’da Sicilyalıların “Mafya” olarak örgütlenmesi bunun belki en tipik örneğidir.
Ama Türkiye’de de görülmemiş bir şey değil. Ve burada da aldığı biçim genellikle “mafya” değilse de “mafioso”. “Abi” ilişkisi de her an hazır ve nazır.
Ve tabii bunların hepsi siyaset yapma düzeyinde popülizmi kolaylaştıran ve onunla çok kola eklemlenebilen şeyler.