"Arena" kelimesi dünyaya Roma medeniyetinden miras kalmış bir kelime. Aslında "harena"dan geliyor ve bu kelimenin anlamı "kum." "Arena"nın özellikle akla getirdiği şeylerde bu "kum" kavramının ilgisini kurmak zor; ama biraz düşününce, arenada yapılacak işlerin amfiteatrın ortasındaki kum dökülmüş bölgede yapıldığını akıl edebiliriz. Evet, kelimenin etimolojisi ortalık yerdeki kumlu alana dayanıyor.
Ama bugün kazandığı çağrışım ve anlamlarla "arena" kelimesi bu ilk anlamdan iyice uzaklaşmış. Romalılar "amfiteatr" denen yapı tipini Yunan medeniyetinden, Yunan sitesinden öğrendiler ama onların tiyatro merakını sürdürmediler. Askerî başlangıcı olan Roma bu yapı tipini de askerî içerikli sayılacak türden eğlence biçimlerine ayırdı. Roma arenalarının sunduğu başlıca eğlence "gladyatör dövüşü" idi. "Glad" ya da "clad" çeşitli Hint-Avrupa dillerinde "kılıç" anlamı taşır. Biri kılıç ve kalkan, öbürü de üçlü bir kargı ve bir ağla silâhlı (ağı rakibini sarıp hareketsizleştirmek için kullanılıyordu) iki kişi "arena"ya çıkıp savaşıyordu. Bilindiği gibi, biri öbürünü etkisiz hale getirince dönüp locasındaki imparatora bakıyor ve onun vereceği işarete göre öldürüyor ya da serbest bırakıyordu.
Arenaya silâhlı bir adamla bir vahşi hayvanın çıkarılması biçimini alan bir "oyun" da vardı. Bu, belki de İspanya'daki boğa güreşinin atasıydı.
Tabii, yaygın hikâye, Hıristiyanların arenada aç aslanlara yedirilmesidir. Bu sıradan bir olgu olarak kabul edilir ama aslında pek doğru bir bilgi değildir. Tersine gidip "böyle bir şey olmadı" demek de çok doğru olmayabilir; ama böyle bir gelenek kurulmadı. Böyle bir olay varsa da ikiyi üçü geçmez. Neron birçok Hıristiyanı Roma yangınına yol açtıkları için öldürttü (aslanlara yedirmeden). O sırada Colesseum henüz yapılmamıştı.
Hıristiyanlıkla ilgisi olmadan bazı suçluların vahşi hayvanların önüne atılması (bunlar "etyemez" yaban domuzu da olabilir) şeklini alan bir "idam yöntemi" vardı. Yöntem bazı Hıristiyanlara da uygulanmış olabilir. Ama bunu yaygın bir ceza olarak anlatanlar, Konstantin dinleri serbest bıraktıktan sonra yazan Hıristiyanlar olmuştur.
Her halükârda, "arena"nın vahşi hayvanla bir ilgisi yoktur. Kelime kendisi "kum"dan gelmiş, ama daha sonra "zorlu bir fiziksel mücadele"nin geçtiği yer anlamına gelmeye başlamıştır. Bugünün dünyasında pek çok yerde "spor"la ilgili yerler, tesisler için kullanılmasının nedeni de budur.
Bu arada, "stadyum" kelimesi de, zaten ses yapısından anlaşıldığı gibi "öz Türkçe" bir kelime falan değildir. Aslı Yunanca'dır ve bir uzunluk ölçüsünü anlatır ("stad"). Yunanca "-ion" ve bunun Latince'si "-ium" yer anlatır; Arapça'da "-iye" gibi. Yani, örneğin "Selimiye", "Selim yeri"; "Byzantium" ya da "Byzantion", "Bizans'ın yeri" gibi. Onun için, "dilsel arılık" bakımından "arena" yerine "stadium" demenin (ya da tersinin) bir anlamı yoktur.
"Kafeterya", İspanyolca'dan türeme bir kelimedir. Ama İspanya İspanyolcası değil, Latin Amerika İspanyolcası. Bir tür "lokanta"yı anlatır: Garson çalışmayan, müşterilerin bir tezgâhtan yemek istedikleri, yemekleri kendilerinin alıp muhtemelen tepsilere koyarak masalara götürdüğü bir lokanta tipi. İlk çıktığı yer Meksika olabilir. Hemen Amerikan İngilizce'sine geçmiştir. Ne olduğu bilinmeyen "-teria"nın "kendi kendine" anlamına geldiği düşünülmüş, dolayısıyla çeşitli "-teria"lı kelimeler türetilmiştir (bookateria dahil). Oysa bu Fransızca "ci" anlamına gelen "tiére"den alınmıştır ("cafetiére", yani "kahveci").
"Club" İngilizce'de "sopa", "asa" gibi anlamlar taşır ve bugün "kulüp" dediğimiz anlamı nasıl edinmiştir, bilinmez. Ama 1700'lerin ikinci yarısında bu anlamı kazanmıştır. Belirli bir amaçla bir araya gelmiş insanların kurduğu ve yalnız onlara ve onların uygun bulduğu kimselere hizmet veren bir yer demektir. Bu hizmet, en çok yeme-içme biçiminde görülür. Bir buluşma, görüşme yeri, yani bir "lokal" olabilir. Geçici olarak bir "otel" hizmeti verebilir vb. Üyelik denen ilişki biçimini getirir. Tabii bunların uzantısı olarak "spor kulübü" de olabilir.
Fransızca'da café (başka Avrupa dillerinde de var). İngilizce'de "coffee-house", örneği Çekçe'de "kavarna", Arapça "kahve"den tüketilmiş, kahvenin içildiği mekânları anlatan kelimelerdir. Kahvenin Avrupa'ya gelişinin zamanı ve biçimi kesinleşmemiştir. Bir söylenti, ikinci Viyana kuşatmasının bir Osmanlı hezimetiyle sonuçlanmasından sonra terk edilen karargâhta bulunan kahve çuvallarının, bu işi bilen birinin verdiği talimat doğrultusunda Viyana'da içilmesiyle başlamıştır. Bir başka söylenti Paris'te Procope adında bir İtalyan'ın açtığı ilk kahveyi anlatır.
Avrupa'nın bir "şerbet" geleneği yoktu ve alkolsüz içki pek bilinmiyordu. Onun için kahve çabuk popülerleşti ve 18. yüzyılda kahvehaneler hızla yayıldı.
Burada da kahvehanelerin bir varkalma mücadelesi olmuştur. İlk örneklerin Kanunî zamanında görüldüğü, ilk yasakların da o sıralarda başladığı söylenir. Dördüncü Murad'dan sonra yasaklama eylemi tavsamıştır.
"Kıraathane" daha sonra kullanılan bir terim olsa gerektir. Matbaa öncesi çağlarda "kıraat" edilecek malzeme bulunduran kahvehane türünden bir kurum düşünemiyorum. 18. yüzyılda Avrupa'da olduğu gibi, insanlar gazete ve kitap okumak için de kahvelere gitmeye başlayınca bu kavram ya da terim ortaya çıkmış olmalı.
Yani saydığım bu kurumlar farklı zamanlarda ve farklı koşullarda doğmuş ve yaşamış farklı işlevleri yerine getirmiş-hâlen de getirmekte. Yani haftanın dergilerini okumak için kafeteryaya ya da imambayıldı yemek için kıraathaneye gidilmiyor.