Şu ara daldık darbe muhabbetine; öncelikle Cumhuriyet Halk Partililer, askeri darbeye, cuntaya çağrı mı yapıyor? Hararetle, ama bayağı hararetle, bunu tartışıyoruz.
AKP açısından işler parlak gitmedikçe -ve parlak giden işler hızla azalıyor- Cumhurbaşkanı’nın yapay gündem maddeleri, polemik konuları icat ederek, halkın dikkatini asıl sorunlardan çeldiği söyleniyor, epey bir zamandır. Bunun çok doğru bir tesbit olduğunu düşünmesem de, bazan "Sahi böyle mi oluyor?" diye düşünüyorum. Bu "darbe" konusu da insana bu soruyu sorduruyor. Abes bir şey çünkü. Darbeye yatkın bir atmosfer olmamasından ötürü abes, ama aynı zamanda bu "çağrı"ları yaptıkları söylenen kişilerin darbelerle ilişkisi düşünüldüğünde abes. Örneğin Cumhurbaşkanı, Ragıp Zarakolu hakkında suç duyurusunda bulunmuş. Ragıb’ı ben yıllardır tanırım. Solun önemli bir kesiminin "sol darbeden" ciddi beklentileri varken bunun karşıt ucunda duran bir kişiydi. Ragıp mı "darbe çağrısı" yapacak?
Altmışlı yıllar.. Hanyayı konyayı yeni öğreniyorduk. Emil Lutwick miydi, neydi adı, onun "Askeri Darbeler" üstüne kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Azgelişmiş dünyada, "kapitalist olmayan yol" stratejisiyle birlikte öneriliyor, "tavsiye" ediliyordu darbe. Dediğim kitabı okuduktan sonra darbeye daha olumlu bakar hale gelmedim. Epey saftık, epey deneyimsizdik o yıllarda, ama büsbütün habersiz de değildik. 27 Mayıs, onu izleyen o Yassıada sefaleti, yeterince aydınlatıcı örneklerdi. Türkiye İşçi Partisi'nden (TİP) çeşitli (haklı haksız) şikayetlerimiz vardı, ama Mihri Belli-Doğan Avcıoğlu cephesi "darbe" dedikçe TİP’te bulunmayı görev bildik.
Yazmıştım daha önce, Avcıoğlu’nun darbeyi çözüm diye gösteren yazısını Yön’de okur okumaz gidip TİP’e üye yazılmıştım.
O tarihlerde yalnız 27 Mayıs’ı yaşamıştık. O zamandan beri darbe deneyimimizi zenginleştirdik, 12’lilerden Mart’ı, Eylül’ü yaşadık. Darbe kültürümüzü çeşitlendirdik.
Bütün bunlardan sonra darbeden medet mi umacağız?
Son ciddi darbe 12 Eylül’dü. Bundan sonra da 28 Şubat oldu ama o kısmi bir girişimdi, istenmeyen Refah hükümetini tasfiye etmekle sınırlıydı. Ama böyle bir amacı olması da aslında 12 Eylül’ün başarısızlığını ilan eden bir olaydı. Çünkü 12 Eylül’de ordu toplumu yeniden inşa etmek üzere sahneye çıkmış, bu yeniden inşanın mahiyetini ortaya koyan bir anayasa hazırlayarak (12 Mart’taki gibi olanı "tadil" ederek değil) her şeye birden müdahale etmişti. Aradan on yıl geçmeden yeniden "göreve çağrı" boruları öttü. Ordu yeniden halkın oyunun sonuçlarını reddederek görevini yerine getirdi. Getirdi ama artık yorgun düşmüştü.
"Ordu göreve" çağrıları durmadı, AKP iktidarının "bayrak" mitinglerinde gene duyduk bunları. Ama galiba kimsede yeniden göreve gelecek hâl kalmamıştı. Gelince ne yapmalı? Bu konuda fikri olan da kalmamıştı gibi görünüyor.
Konjonktür: Soğuk Savaş koşulları ve Türkiye. Roller paylaşılmış, görevler verilmiş, alınmış. Bu ortamda Türk Silahlı Kuvvetleri on yılda bir darbe yaparak ülkenin iç işlerini düzene sokuyor, sağa, sola savrulmaları önlüyor, Cumhuriyet’le birlikte kurulmuş statükoyu koruyor. Bir NATO ülkesi olan Türkiye bu davranışlarıyla öteki NATO ülkelerinin, ama özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nin güvenini ve desteğini kazanıyor. "Our boys have done it!" onayı hep çantada keklik.
Ama Berlin Duvarı Sovyet Duvarı’nın habercisi. Biri yıkılınca onu yapanın sağlam durması mümkün değil. Dolayısıyla "konjonktür" dediğimiz şey değişiyor. Amerika "Soğuk Savaş" gereği olarak benimsediği ve yapageldiği birçok şeyden vazgeçiyor. "Dünya Jandarması" olmanın koşulları değişiyor. "Dünya" da değişiyor zaten.
İçeride "askeri darbe" yöntemi ne kadar popülerdi? "Periyodik" bir şekilde darbe olduğuna göre arkasında kitle desteği var mıydı?
Hayır, böyle bir şey söz konusu değildi. Olmadığının en açık kanıtı, darba dönemi atlatıldıktan sonra yapılan seçimlerdir. 1960’ta Demokrat Parti yalnız iktidardan düşürülmedi, hapse de düşürüldü. Sonra ne oldu? Yeni Türkiye Partisi mi devamı Demokrat Parti’nin, yoksa Adalet Partisi mi? Başlangıçta burada bir belirsizlik oldu, oylar dağıldı. Az sonra asıl varisin Adalet Partisi olduğu anlaşılınca kimse yoldan şaşmadı. Ordunun götürdüklerinden getirilebileni halk geri getirdi.
Derken 12 Mart... Bu dönemde askeri rejime en kararlı biçimde karşı çıkan siyasi figür Bülent Ecevit oldu. 1973’te seçimden en kalabalık milletvekiliyle çıkan o oldu. Aynı mantık. Üstelik, CHP gibi popülaritesi uçmuş bir parti.
12 Eylül... Bunun ardından da kazanan Özal oldu. Seçime girebilen üç parti arasında zihniyet olarak, tavır olarak, imge olarak Kenan Evren’e ve temsil ettiklerine en uzak, en aykırı kişi!
Bunlara bakarak askeri darbelerin bir "kitle desteği" olduğu söylenebilir mi? Söylenemez. Öte yandan, hiç desteği olmadığı da söylenemez. Bununla rahat eden, onun için o boru sesini işittiği zaman yüzü gülen bir kesim var memlekette. Şu anda da var. Daha uzun zaman da olacağından şüphem yok. İşin tuhafı bu kesimin hiç değilse bir kesimi bu tavrını bir "solculuk" bayrağı altında sürdürüyor.
Bu tür politik tepkiler veren bir toplumsal tabakanın varlığı seksen milyonu aşan Türkiye Cumhuriyeti’nde artık belirleyici değil. Onların gül hatırı için darbe yapmaya hazırlanan kişiler olduğunu sanmıyorum. Varsa akıbetlerinin 15 Temmuzculardan farklı olacağına inanmıyorum. Bunun için de "Aramızda darbeciler var!" vaveylasının herhangi bir ciddi dayanağı olduğunu düşünmüyorum.
Pardon, bu tam doğru olmadı. "Ciddi dayanağı" olabilir. Ama şöyle olabilir. Tayyip Erdoğan’ın konuşmasına bakınca muhalefet ve özellikle CHP için söylenmedik hakaret bırakmadığını görüyoruz. Ancak söyledikleri hakaretlerle sınırlı kalmıyor. "Bunlar" diye diye saldırdığı insanlara var olma imkanı tanımayacağını ima eden sözleri var. Özellikle ekonomide işler sarpa sarmaya devam ederken Tayyip Erdoğan’ın iktidarını sağlama bağlama yolunu buralarda araması hiç şaşılacak bir şey değil. Dolayısıyla olmayan bir "darbe ihtimali"ni "muhalefet-proof" bir siyasi sisteme geçiş için hazırlıyor olabilir. Şu günlerde seçimler hakkında söyledikleri de uyarıcı.
İllüstrasyon: Yeşim Paktin