Benim 12 Mart'ta bağ kurduğum örgüt THKP - C olmuştu. O zamanın en kalabalık Marksist örgütlerinden biriydi. Asker üyeleri de vardı. Denizci vardı, karacı vardı ama en çok havacı vardı. Bunun böyle olmasının nedeni de Orhan Savaşçı'ydı. Gülten Çayan'ın ağabeyi, Hava Yüzbaşı Orhan Savaşçı.
Marksist genç subaylar arasında en yüksek rütbe de "yüzbaşı" idi zaten. Yüzbaşıdan yukarıda rütbeden subaylar da az sayıda vardı aramızda. Ama onlar Marksist değil Atatürkçü'ydü. Gerçi hatırlıyorum, yazmıştım da, Marksist subayların birçoğu mahkemede sorgularında, hem Atatürkçü hem de Marksist-Leninist olduklarını söylüyorlardı. Ama burada, genellikle, "Atatürkçü"nün bir "emniyet süpabı" olduğunun herkes farkındaydı -en başta söyleyenler.
Çoğunluk bunların ayrı şeyler olduğunun farkındaydı ama tam da nerede, nerelerde farklı olduğu, bulanık bir konuydu. İşin içinde bir "mülkiyet" sorunu olduğu anlaşılıyordu. "Biz", yani "Marksistler", bu mülkiyeti ortadan kaldırıncaya kadar bu işin ucunu bırakmayacaktık. Biz zaten "devrimci"ydik. Atatürkçüler "reformist"ti. Onlar birkaç reform yapılınca bununla yetinebilirlerdi.
Bu ilişkiyi açıklayacak bir metafor da bulunmuştu: Onlar Bolu'da inecek olanlardı. Biz ise Ankara yolcusuyduk. Ankara'dan önce inmek zinhar yoktu bize. Bundan, şüphesiz, Bolu'ya kadar aramızda olay çıkmadan birlikte yolculuk edebileceğimiz sonucu çıkıyordu. Ediyorduk da... Bolu yolcuları da metaforu biliyor ve itiraz etmiyorlardı. Zihinlerinde başka plan var mıydı bilemiyorum. Herhalde, en azından bazılarının zihninde vardı. "Hele bir Bolu'ya varalım da" diyorlardı belki. İşin başındakilerin böyle düşündüğünden şüphem yok. Zaten "saklayalım" diye fazla özen göstermediler.
Unutamadığım bir sahne vardır. Selimiye'deyiz, büyük koridorda herkes akşam voltasında, ağır ağır gidip geliyoruz. Atatürkçü olduğunu bildiğimiz bir binbaşı (adını unutmuşum), bir pencerenin içine oturmuş; bir şeyler düşünmüş ve sinirlenmiş. Bağırmaya başladı: "Nerede ulan bu a.k. proletaryası? Koskoca binbaşı, gelmiş yatıyoruz burada! Nerede bu proletarya dedikleriniz?"
Birkaç tanesi o volta atan kalabalığın içinde vardı. Öbürlerinin nerede olduğunu biz de bilmiyorduk. Sözleşmemiştik. Haberleşemiyorduk.
Gerçek dünyada, gerçek siyasi ilişkiler içinde, böyle bir Bolu - Ankara konumlanması olabilir mi? Birbirinden farklı iki siyasi program. Ama her nasılsa, Bolu'ya kadar hiç dırıltı çıkmadan birlikte yürüyorlar. Bunu yapabiliyorlarsa neden sonrasını da yürümüyorlar? Bundan sonra programlar çok fazla farklılaşıyorsa, Bolu'ya kadar nasıl birlikte gelebiliyorlar?
Gündüz'ün dedikleri
Gündüz Vassaf geçen günkü yazıma itiraz ediyor ama neden ediyor, çok iyi anlamadım. Doğan Avcıoğlu'nun da, Mihri Belli'nin de uluslararası müdahaleler düşündüğünü sanmıyorum. Bunu "naif" bulabilirsiniz ama bence bel bağladıkları subaylardan bekledikleri içine Amerika filan sızmamış bir darbeydi: "Yerli ve milli bir darbe".
Darbenin beklendiği günlerde bazı grupların Amerikalı subay kaçırmaya hazırlandığını duymuştuk. Bu, darbeyi yapanlarla Amerika'nın arasını açmak için düşünülmüş bir tedbirdi.
Ama bakmışlar ki Amerikalı subaylar evlerine filan gitmiyor. Anlaşılan onlar da haber almış!
Neyse, aslı esası var mı bilmediğim söylentiler...
Gündüz, Aybar'dan niçin söz etmediğimi soruyor. Ben Atatürkçülük ile Marksizm'in, sosyalist enternasyonalizmle milliyetçiliğin sınırlarını belirsizleştirenler üstüne yazıyordum. Aybar'ın bunlarla ne ilgisi var? Ayrıca, "muhtasar sosyalizm tarihi" filan da yazmıyorum. Onun için bu itirazın mantığını anlayamadım.