Bazı ölümler ağlanmaya ve yas tutulmaya değiyor, diğer bazı yaşamların yitip gidişi ise ne ağlanmaya ne de kederlenmeye değmiyorsa, bu herşeyden önce medyanın ve siyasi söylemlerin ölümlerden de önce yaşamları kayda değer olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölmesinin sonucudur.
Başbakan Tayyip Erdoğan, katıldığı bir televizyon programında Mısır'da Müslüman Kardeşler liderlerinden Muhammed El Biltaci’nin ordunun darbe karşıtı göstericilere ateş açması sonucu hayatını kaybeden 17 yaşındaki kızı Esma'ya yazdığı mektup okununca göz yaşlarını tutamamış ve eklemiş: “adeta ben de çocuklarımı gördüm. Ve birden onun Esma'nın, cenaze namazını kıldıramayışı ve bir de tabii şu olgunluk, geleceğe bakıştaki ölüm ötesi dünyayı okuyuşu beni duygulandırdı. Şehadet çok farklı bir şey. Esma hayata doymadan şehadet makamına koştu. O duruşu, babasının duruşu buna inanıyorum ki dünyadaki birçok İslam dünyasındaki ülkelere ders olmuştur. Gençlerimize ders olur, örnek olur” demiş.
Başbakanımızın (genelde “başbakanımız” terimini kullanmayı hiç sevmem. Genel ve objektif bir terimle anmayı yeğlerim kendisini ama ilk defa kullanmak geldi içimden bu benimseyici, sahiplenici terimi) gösterdiği bu hassasiyet ve duygusallık kendisine karşı son aylarda duyduğum en kalbi duygularımı (bu terimi de kendisinden ödünç aldığımı farketmişsinizdir) harekete geçirdi. Kendisinin kamusal bir alanda göz yaşlarını tutamayarak gencecik insanların hayatlarının yitip gitmesi karşısında duygularını ifade etmesi, bende bu ülkenin bir vatandaşı olarak sahip olduğumuz başbakanımız hakkında çok olumlu duygu ve düşünceler yarattı. Herşeyden önce erkeklerin ağlamasının norm dışı bir hal, zayıflık ve acizlik kabul edildiği eril ve maço bir kültürde (nerede ve hangi kültürde böyle değil ki?) ve genelde “kazak erkek” tavırlarını yeğleyen bir başbakanın göz yaşlarını tutaması bana açıkcası son derece insani ve o nedenle de değerli geldi. Ama gönlüm Erdoğan’ın Uludere’de ölen ve ekmek parasını kazanmaktan başka gayeleri olmayan onca Kürt vatandaşımızın, Gezi protestolarında polis şiddeti sonrasında yitip giden gencecik insanların, F tipi cezaevinde bir dönem ölüm oruçları sonucu ardı ardına kaybolan onca yaşamın, her iki günde bir eski eşi veya sevgilisi tarafından sokak ortasında öldürülen yüzlerce kadının, gözümüzün önünde ve geliyorum diye diye katledilen Hrant Dink’in arkasından da aynı gözyaşlarını dökmüş olmasını dilerdi. Bu gözyaşlarını maalesef göremedik. Neden?
Bu sorunun cevabını Tayyip Erdoğan’ın kişiliğine ve bireysel olarak duygulanma kapasitesine indirgememiz haksızlık olur. Hepimizin olduğu gibi bizzat Erdoğan’ın da duygularını, düşünlerini, yaklaşımlarını şekillendiren çok daha karmaşık ve toplumsal bir sorunun tezahürü bu durum. Bazı ölümler ağlanmaya ve yas tutulmaya değiyor, diğer bazı yaşamların yitip gidişi ise ne ağlanmaya ne de kederlenmeye değmiyorsa, bu herşeyden önce medyanın ve siyasi söylemlerin ölümlerden de önce yaşamları kayda değer olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölmesinin sonucudur. Yaşamı yaşam olmayanın, yani zaten kayda değer bir yaşama sahip olmayanın, bu dünyadaki varlığı zaten fuzuli olan birisinin ölümüne kederlenilip hayıflanmaya değer mi? O halde kimin ölümüne göz yaşı döktüğümüz ve daha önemlisi dökmeye değer gördüğümüz, herşeyden önce kimin yaşamını değerli ve dolayısıyla yaşanmaya değer gördüğümüzle ilgili bir mesele. Yaşamlarının yok olmasına kederlenilmeye değmeyenler zaten en başından hayatta bulunmaları fuzuli olanlardır.
Günümüzün küresel dünyası savaşların ve şiddetin bolca uygulandığı bir dünya. Yaşamları yaşanmaya değer olanlar ile olmayanlar arasında yapılan kimi zaman bariz, kimi zaman zımni ayrım aynı zamanda ikincilere karşı uygulanan şiddeti de kabul edilebilir kılmaya yarayan söylemsel bir çerçeve kurar. Bu çerçevenin kuruluşunda belirli kategorilerin ve hudut koyucu terimlerin kullanılması çok temel ve yaygın söylemsel metodlardan birisidir. Örneğin “masum kurbanlar,” “kadınlar ve çocuklar,” “teröristler”, “isyankarlar,” “terör kurbanları,” vs. Bu sınır koyan, ayrımı ve farklılığı belirli bir ideolojik, etik ve politik çerçeveyle anlamlandıran terimler aynı zamanda “kurban” edileni de işaretleyen, bilinebilir ve anlaşılabilir kılan ideolojik ve etik çerçeveyi sağlayan aygıtlardır. Örneğin küresel düzeyde yürütülen “teröre karşı savaş” söyleminin yarattığı en önemli etkilerden bir tanesi de sistematik bir şekilde hangi toplulukların yaşamının kayda değer, hangilerinin harcanabilir (disposable) olduğuna ilişkin ayrımı kurmak olmuştur. O nedenle İkiz Kuleler’de yaşamını yitirenler ile Bağdat topraklarında veya Filistin’in mahallerinde ölenlerin arkasından hayıflanma ve kederlenme aynı ve eşit öneme sahip olmamıştır. Keza Türkiye’de ölen PKK militanları ile “askerimizin” ölümü eşit ve aynı şey olarak görülmemiştir. Bu eşitliği kurma gayretleri karşısında yaygın kamusal tepki hepimizin malumudur.
Her yaşamın eşit önem ve değere sahip olarak algılanmayışını çok bariz bir şekilde gösterdiğini düşündüğüm tarihsel bir örnekten kısaca söz etmeme izin verin. Nazi kamplarında, ölümden bir önceki safhada, yani ölüm ile yaşam arasındaki sınır durumuna gelmiş olan Yahudilere Müsselman adını veriyormuş diğer Yahudiler. Viyana yakınlarında bir dönem ziyaret ettiğim Mauthaussen-Gusen toplama kampında, gördüğüm bir dizi sarsıcı şeye ek olarak, yaşamla-ölüm arasındaki neredeyse koma durumuna girmiş olan kamp esirlerinin ölmeden önce ayrı bir bölüme aktarıldıklarını öğrenmiştim. Ölüm ve yaşam arasındaki sınır haline ulaşan Yahudilere verilen ismin “Müslüman” olması çok önemli bir şeyin göstergesi: yaşamı yaşam değerinden çıkmış olan Yahudiler, kampta Yahudi olarak ölmeyeceklerdi. Yaşam değeri kalmamış bu Yahudiler, ancak Müslüman olarak, yani Müslüman stereotipine uygun biçimde kaderci, ölüme boyun eğen insanlar olarak, dolayısıyla yaşamının yitip gitmesine kederlenilmesine değilmeyecek insan grubu olarak öleceklerdi. Eğer bu adlandırmadaki kayma sayesinde kamptaki Yahudiler ölümlerini Yahudi olarak ölmekten çıkartabilmişse, yani kendi ölümlerine yaşam değeri olmayan Müslümanlık statüsü atfedebildilmişlerse, bunun en önemli nedeni, ırkçılığın en şiddetkar mağdurlarından birisi olan Yahudilerin bile algısına o dönemde Avrupa’daki Müslümanlığa ilişkin dolaşımda olan yaygın ırkçı ve “düşman” kılıcı söylemin sirayet etmiş olmasıdır.
Her yaşamı, yaşam değerine sahip olmayan olarak kılan bu toplumsal duruma katkıda bulunmak istemiyorsak, eşitlik ve adalet hakkındaki yaygın normlarımızı gözden geçirmek durumundayız. Ne ölümleri, ne yaşamları hiç dikkatimizi çekmeyen insanların ve grupların (Orta Doğu’da bir dizi savaşın hüküm sürdüğü bu dönemde, ne yaşamları nede ölümleri kayda değer olarak görülen en büyük kitle kamplardaki mültecilerdir) sayıları artıyorsa, adalete ve eşitliğe ilişkin toplumsal normlarımızda bir terslik var demektir. Bu normların yaygınlaşması, bizi ölülerimizin arkasından ortak bir toplumsallık içinde yas tutamaz hale getirmişse, bu ülkede barışın tesis edileceğine inanmak mümkün olabilir mi?
Kamusal olarak topluca yas tutma kapasitemizi yeniden kazanmanın en önemli yolu, farklı grupların yaşam değerleri hakkındaki yaygın çifte standardı durmaksızın harekete geçiren siyasi ve medyadaki söylemlerin kendilerine çeki düzen vermesidir. Bazı yaşamların diğerlerinden daha değerli, bazı yaşamların diğerlerinden çok daha narin ve korunmaya muhtaç, diğerlerinin ise hiç bir yaşamsal değeri olmaması ve bunun sonucunda farklı grupların ölümlerine kederlenme dereceleri arasındaki farkı ortadan kaldıran yeni normlar inşa etmeye başladığımızda ortak bir toplumsallığı kurduğumuza kani olabiliriz. Kimisi “yaradılanı yaradandan dolayı sever” ve ölümüne ağlar, kimisi insanların eşitliğine ve adalete olan güçlü inanç ve duygularından dolayı kederlenir. Bu farkları inançları koruyarak da ortak bir toplumsallık kurmak mümkün olsa gerek.