Arayabilirsin ama bulamazsın.
Bulursan aradığın değildir.
Bakabilirsin ama göremezsin.
Görürsen baktığın değildir.
Satın alabilirsin ama sahip olamazsın.
Kazanabilirsin ama zafer değildir.
Nereden geldin, niye buradasın, nereye gideceksin, bilemezsin.
Sorabilirsin ama cevap alamazsın.
* * *
Sakin bir yağmur yağıyor. Çiftçilerin "yer yağmuru" dediği, akıp gitmeyen, toprağa emilen bir yağmur.
Kır çiçeklerini suluyor, zeytin ağaçlarını yıkıyor, gelinciklerin yapraklarını düşürüyor.
Hayata hayat veriyor.
Acelesiz, kendiliğinden, ne zaman başladığı, ne zaman biteceği belirsiz.
Damlalar arabanın camına düşüp bozuluyor, aşağı yuvarlanıyor; kapıyı çalan, içeri alınmak isteyen biri gibi damda tık tık ediyor.
Boydan boya kurşun bir gök altında Güzelyurt’a, Şahin’e gidiyorum.
Girne’yi arkamda bırakırken yağmur şiddetleniyor.
Damlalar su birikintileri içinde trambolinde sıçrayan çocuklar gibi zıplıyor.
Şahin’in Güzelyurt’un girişinde, ana yoldan birkaç yüz metre içeride portakal bahçesi, bahçenin kenarında ailesi için sebze ektiği bir bostanı var.
Hep ilaçsız, saf, taze şeyler arayan bana da bir şeyler satıyor.
Güler yüzlü, ince yapılı, güneş yanığı bir adam olan Şahin, 1975’te Kıbrıs’a asker olarak geldi. O zamanlar adada görev yapıp terhis olan askerlere yaşamlarını burada sürdürmek koşuluyla toprak veriliyordu. Bu hakkı kullanarak bu portakallığın sahibi oldu.
Evlendi, çocukları, çocuklarının çocukları oldu. Aksanı Kıbrıslı aksanına çalmaya başladı.
Bütün gününü burada geçiriyor ve bahçenin her işini kendi yapıyor. İçinde soba ve yatak olan küçük bir kulübesi var.
Onu epey yıl önce ana yolun kıyısındaki bir başka portakallıkta tanıdım. Orada gelip geçen yolculara portakal suyu satıyordu. Her geçtiğimde durup portakal suyu içer, onunla sohbet eder, eve götürmek üzere şişeyle portakal suyu ve olduğu zaman, tavuklarının yumurtalarından alırdım.
Orada kiracı imiş. Sözleşmesi sona erince devamlı olarak kendi mülküne döndü, ben de ayda birkaç defa ona gidip sebze ve meyve almaya başladım.
Bazen sohbete gelen arkadaşlarıyla çay içerken bulurum onu.
Bugün yalnızdı ve çözemediği bürokratik bir sorun nedeniyle canı sıkkındı. Bana hazırladığı kutuları arabamın arkasına yerleştirdik: Portakal, mandalina, taze bakla, turp, marul, lahana ve iki düzine yumurta.
Dönüşte bir çam korusunun yanında durdum ve bir portakal soydum.
Birileri dereye inen yamaca bir torba bayat sandviç ekmeği dökmüştü.
Yağmur yavaşlamıştı.
Hava açılsın, güneş görünsün istedim, ama yağmur hızlana yavaşlaya yol boyunca devam etti.
Çocukken, yağmur yağınca sokağa çıkar hep bir ağızdan "Yağ yağ yağmurum/ Hellim ekmek vereyim/ Ye de gene vereyim," diye bağırır, sırılsıklam olmamak için hızla saçak altlarına sığınırdık; yağmur yavaşlayınca bir daha sokak ortasına dökülüp aynı teraneyi tekrarlamak üzere.
Portakal dilimlerini iştahla çiğnedim.
Seni ne yağdırabilirim, ne durdurabilirim ey yağmur. Yap ne yapacaksan. Ama artık sana hellim, ekmek yok. O çocuklar yaşlandı. Yeni çocukların da sana şarkı söyleyecek zamanı yok.