Ozanköy
Kedi kaybolduktan sonra onun mamasını yemek için her gün aynı zamanlarda gelen iki saksağan da kaybolmuştu.
Bugün, gene o saatlerde ötüşlerini duydum. Bu seslerin mesajını biliyorum. Bir tehlike görmüyorum, diyorlar.
Acaba ne için geldiler?
Olgunlaşmaya başlayan kara incirler için olabilir mi?
Yapraklarının kokusu meyvesinden daha tatlı olan ağaçta artık bol incir var. Toplarken bazılarının tamamen yenmiş olduğunu görüyorum. Bazıları ise az yenmiş olarak dalda asılı duruyorlar.
Tarla fareleri veya başka kuşlar da olabilir.
Yiyin efendiler yiyin. Hepimize yetecek kadar incir var.
Bir insan günde kaç incir yiyebilir?
Açık pencereden serin bir esinti geliyor, mutfaktaki koltukta bu satırları yazarken. Esinti, çardağın üstünde ormanlanmış yasemini sallıyor, gölgede olanlarla güneşte olanların yerini değiştiriyor.
Sıcaklar azaldı, ormanda yürüme mevsimi yeniden başladı.
Buzdolabından başıma bir su dikip kendimi takviye ediyorum, ihtiyar ama bir çocukluk arkadaşı kadar vazgeçilemez olan Suzuki’me biniyorum ve Beşparmak’a yollanıyorum.
Yılın bu ayına has, yoğun, bana derin nefesler aldırtan bir çam sakızı kokusu var.
Yerde gördüğüm odun parçacığı biraz yaklaşınca küçük bir çekirge oluyor. Karşısına
çömeliyorum. Simsiyah, toplu iğne başı gibi gözleri var.
“Konuş benimle” diyorum ona. “Bir şeyler söyle. Bir sinyal ver.”
Kanatlarını gövdesine dayadı, zıplamaya hazır.
Ağaçların arasından üstüme vuran güneşin süngüsü düştü. Sıcaklığı davetkâr değil ama yakmıyor da.
Çay yapıp yatağa getirdiğim eski sabahlardan biri aklıma geliyor.
“Rüya gördün mü?” diye soruyorum.
“Kâbus gördüm,” diyor.
Dönüp ona bakıyorum. Yüzündeki ifade mutlu değil. Bana bakmıyor.
“Anlat.”
“Kâbus anlatılmaz. Musluğu açıp akan suya anlatırsın. Anneannemin dünyasında öyle idi.”
“Yapacak mısın?”
“Evet.”
Onu, musluğa eğilmiş, akan suya fısıldarken hayal ediyorum. Kâbus bahçedeki kuyuya akıyor. Oraya nüfuz etmiş ağaç kökleri onu su ile birlikte emiyor. Kâbus ağacın gövdesine yükseliyor. Dallara, yapraklara ulaşıyor. Ve yapraklar nefes alıp verirken, havaya karışıyor ve dağılıp kayboluyor.
Erkeklerden çok şey bilen, onlardan daha güçlü olan, sırlara, değişik inançlara vâkıf kadınlara has bir ritüel bu.
Belki çok eski. Mağara duvarlarına, meşale ışığında, hayvan resimlerinin çizildiği, dünyanın dümdüz olduğu, sonuna geldiğinizde, dikkat etmezseniz, çığlıklar atarak yıldızlara kadar düşebileceğiniz çağlardan kalma.
O zamanlarda, belki, akarsulara anlatılırdı kâbuslar. Su alıp onları denizlere götürür, tuzlu suda eritirdi.
Sonbahar, yavaş ve sessiz, geliyor. Sivrisinekler bile yavaşladı, kanımı gönülsüz emiyorlar. Bahçede bir tek ağustos böceği kaldı, yazın korosu kabuklarını dallarda, yapraklarda bırakıp toprağa döndü.
Çamların üstünde rüzgârın uğultusu var.
Ağaçlar suskun, bildiklerini kendilerine saklıyorlar.
Dönüşte bir kelebek gördüm. Bir kanadını üzerinden geçen bir araba yassılaştırmıştı. Yarısı ölü yarısı canlı, diğer kanadı hafif hafif titriyordu. Çevresini karıncalar sarmıştı, ondan ısırıklar alıyorlardı. Acı çekiyor olabilir miydi?
Üstüne basıp öldüreyim mi yoksa bırakayım da doğanın yasaları mı işlesin diye düşündüm biraz.
Yürüyüp geçtim bir şey yapmadan.