Yalnız başına yaşamayı seven biri olduğum için eve kapanmak vız gelir diye düşünmüştüm ama sokağa çıkma yasağı açıklanır açıklanmaz sokağa çıkmak için yanıp tutuşmaya başladım.
Ve göz açıp kapayıncaya kadar Kaleburnu’ndan hellim almayı yapılacak işler arasında baş sıraya çektim.
Eskilerden olduğum için market hellimi almam. Çocukluğumda birçok ailenin hellim aldığı çobanı vardı. Hellim zamanı geldiğinde, koyunlar kuzuladıktan ve kuzular biraz boy attıktan sonra küpler içerisinde hellimleri getirirlerdi.
Lapta’da yapılırdı o küpler. İçleri ile ağızları sarı veya yeşil renkte sırlı idi. Şimdi antikacılarda bulabilirsiniz.
En kaliteli hellim, koyunlardan bahar yeşillikleri ile doydukları aylarda alınan süttendir sanırsınız ama değil. Koyun en yağlı ve kokulu sütünü, hasattan geri kalan sapları yediği zaman verir ve en iyi hellim o günlerin hellimidir.
Arabama atladım, depoyu doldurdum ve sahil yolundan Kaleburnu’na doğru yola koyuldum.
Balalan’a kadar sahil yolundan gideceğim. Balalan’dan birkaç kilometre sonra gelen çemberden sağa döneceğim ve Ziyamet, Gelincik, Boltaşlı, Derince, Avtepe ve Kuruova’dan sonra denizi göreceğim ve Kaleburnu’na erişeceğim.
Bu köylerin bazıları eskiden Alevi idi.
Adada Alevilik sona erdi ama halk Aleviliğin birçok olumlu özelliğini taşımaya devam ediyor.
Yolun uzunluğu yüz kilometre. Benim gibi vırt zırt durmazsanız bir buçuk saatte varırsınız.
Hava raporcuların "parçalı bulutlu" dediği serin bir gündü. Yeşil bir denizi yararak gider gibiydim. Yazın boğucu sıcağında toprakta pişen çayır çimen tohumları yağmuru yer yemez uyanmış, ayağa fırlamışlardı. Katır dikeni, rezene, papatya, akasya çiçek içindeydi.
Birkaç kez bir keklik önümden yolun diğer tarafına fırladı.
İçimden akan dere, doğa ile birleşti ve beraber akmaya başladık.
Bu aylarda bu yolculuk, bana her zaman büyük bir haz verir. Sokağa çıkma yasağı* olmadığı zamanlarda bile yollar tenha, köyler boş, ovalar sessizdir.
Dönüş yolunda Boltaşlı’dan güneye saptım ve tarlaların arasında rasgele bir toprak yolda park ettim. Şapkamı başıma geçirip değneğimi elime aldım ve yürümeye başladım. Kimsecikler yoktu.
Asırlık harnıp ağaçlarının çevresinde tarlalar sağlı sollu ekilmiş idi. Yol kenarlarında, nadasa bırakılmış tarlalarda çiçekler vardı. Dağ laleleri taç yapraklarını dökmüşler ve pamuksu tohumlarını saçmaya başlamışlardı. Birazını alıp sonbaharda ekmek üzere kâğıt bir torbaya koydum.
Sessizliğin içinde, tatlı havada, yol kenarındaki çimenlerin arasında tek tük yabani sardunya, sığırdili, papatya, sarımsak çiçeği, köpekdili ve adını bulamadığım birçok çiçek vardı.
Birkaç tanesini kesip eve getirmek istedimse de yapmadım, çünkü bu çiçeklerin çoğunun nesli tükenmekte.
Köy ardımda kayboluncaya kadar yürüdüm ve kendime bir gün yeniden gelme sözü vererek geri döndüm.
Tenha yollardan acelesiz evime geldim. Akşam oluyordu.
İyi ki arabama atlamış, yola çıkmıştım.
Kavga kalabadan uzak, dertleri ile beraber dünya, duş suyu gibi üzerimden akıp gitmişti.
* Bu yazıyı sokağa çıkma yasağını delmek için bir teşvik olarak almayın lütfen. Gazeteci olduğum için bu yasaktan muafım.