Dalları neredeyse kapıdan mutfağa giren kayısı ağacında öten bir saksağan var.
Orada ne yaptığını biliyorum.
Her sabah bu saatlerde geliyor.
Limon – bahçemdeki kedi– tabağında mama bırakmışsa, ki hep bırakıyor, eşini yemeğe çağırıyor.
Artık biraz saksağanca bildiğim için ötüşleri anlayabiliyorum.
Sakin sakin gaklama “Şımarık Limon gene tabağında mama bıraktı - Tehlike yok - Gelip yiyebilirsin,” demek.
Gürültülü telaş sesleri “Mama var ama tehlike de var – Tüyelim.”
Eşi atıştırırken – bunu da gagasının mama tabağını yerinden oynatmasından anlıyorum – saksağan art arda “durum sakin” sinyali vermeye devam eder. Az sonra yer değiştirecekler.
Ben daldaki saksağanı görüyorum ama o beni görmüyor. Görse hemen çığlık atıp kaçacak.
Evcilleştirilmemiş yabanî bir yaratık, insan görünce kaçmazsa ya ölüdür ya da ölmek üzeredir.
Saksağanlar akşamüstü de gelecekler, Limon’a günde iki defa mama verdiğimi biliyorlar.
Benden geçinen sadece saksağanlar değil.
Kayısının biraz arkasında kara bir karga, karadut ağacının tepesinde etrafı izleyerek yeni olgunlaşan meyveleri gagalıyor.
Onları görmüyorum ama maydanoz saksısında ve ileride badem ağacının altındaki kaparinin tombul yapraklarını yiyen tırtıllar olduğunu biliyorum.
Yenidünyalarda da kuşlar vardır. Üstteki meyveleri tercih ediyorlar. Altta, yere yakın olanlarda, bir yılana veya kediye yem olma tehlikesi var.
Benim bahçe dediğim yer, büyük bir lokantadır ve biraz derin düşünecek olursanız benim değildir
Kayısıların içindeki kurtlardan bahsetmeye gerek var mı? Doğu Akdeniz havzasında bitki zehri kullanmadığımı bilmeyen yaratık kalmadığı için bütün organik meyve seven kurtlar benim ağaçlara üşüşüyor.
Beyazsinekleri de unutmayalım. Onlar da domateslere (rahmetli annemin en sevdiği kelimelerden biriyle) “arız” oldu.
Bir-iki milimetre uzunluğunda, gelin gibi beyaz bu yaratıklar diğer müşterilerimden farklı.
Domates yapraklarının altında, yaprakları alttan yiyerek yaşıyorlar, yumurtalarını da oraya bırakıyorlar.
Domatesleri sularken kalkıyorlar ve kırlarda dans eden gelinler gibi ortalığa saçılıyorlar. Sulama bitince yerlerine dönüyorlar. Orada olduklarını yaprakların kahverengileşmesinden anlayabilirsiniz.
Ne yapabilirim diye araştırınca, ilaç kullanmadan alınabilecek iki önlem olduğunu öğreniyorum. İçine bulaşık deterjanı katılmış su püskürtmek ve domates fidelerinin aralarına kadife çiçeği ekmek.
İkisi de işe yaramıyor.
Ben suyu serptikçe, “Koşun çocuklar, bu iyi yürekli abi bize duş yaptırıyor, güzel kokulu çiçekler de dikti, hayat ne güzel!” diye bağırdıklarını duyacağım, beyazsinekçe bilsem.
İnsan ne zaman yenildiğini bilmeli.
“Tamam,” diyorum. “Siz yaprakları yiyin ben domatesleri yiyeyim.”
Derken bir sabah bakıyorum ki bir örümcek domates ile kadife çiçeği arasında ağ kurmuş. Üzeri beyazsineklerle dolu.
Çare, her zaman olduğu gibi, doğada.
Bu gerçeği, beyazsinekler de biliyor olmalı. Onları ortadan kaldırmak üzere geliştirilen zehirlere karşı bağışıklık geliştirdiler, Nietzschevari, ölmediler, güçlendiler.
Kalkıp bahçeyi dolaşsam, birçok başka karın doyurma örneği görürüm. Yenidünyada serçeler, çitlemitte baştankaralar, biber ağacının çiçeklerinde arılar ve kim bilir ne yiyen trilyonlarca toprak bakterisi.
Benim bahçe dediğim yer, büyük bir lokantadır ve biraz derin düşünecek olursanız benim değildir.