11 Nisan 2020

Başarısız bir efelik denemesi

Cephenin her iki yanında aynı insan nöbet tutar. O insanın tek bir isteği var: Orada olmamak, çok ama çok uzaklarda, ölüm tehlikesinden uzak yerlerde, sevdiklerinin yanında olmak

İlkokul üçü Yeni Cami'de bitirdikten sonra dördüncü sınıfa Haydar Paşa İlkokulu'nda başladım.

Her iki okul da Lefkoşa'da, surların içindeydi.

Haydar Paşa, Kıbrıs'ı 1192-1489 arasında yöneten Fransız Lüzinyanlardan kalma, camiye çevrilmiş bir kilisenin bahçesinde, iki katlı taş bir binaydı.

Cami ibadete kapalıydı. Yarasalar boş binayı yuva yapmıştı. Teneffüslerde küçük, yuvarlak el aynalarıyla güneşi pencerelerden içeri aksettirerek aydınlıktan hoşlanmayan yarasaları rahatsız ederdik.

Eğer güneş gözüne gelirse yarasanın tutunduğu yerden yere düşeceğine inanırdık. Düşüyorlar mıydı? Düşüyorlarsa, muhtemelen, bizim bu salaklığımıza kasıklarını tutarak gülmekten düşüyor olmalıydılar.

Haydar Paşa kavgalı dövüşlü bir okuldu. Teneffüslerde muhakkak birkaç yumruklaşma olurdu. Yenen oğlan hindi gibi kabarır, bahçede efelenerek dolanırdı.

Hayatımda kimseyle yumruklaşmamış olmakla beraber, bir fırsatını bulunca kavga çıkarıp efeler sınıfına girmeyi denemeye karar verdim.

Bir gün teneffüste, oyun sırasında sınıftan bir arkadaşımla takıştım. Tartışmaya başladık. Yüzüne bir tane patlattım. Onun da bana vurmasını bekledim ama vurmadı. Elleri yanına düştü. Yüzü buruştu. Sessizce ağlamaya başladı.

Müthiş bir pişmanlık ve üzüntü duydum. İçimden onu kucaklamak ve özür dilemek geçti ama yumuşaklık, şiddet kadar kolay dışarı vurulamıyor.

Zil çaldı. Dağılıp sınıflara koştuk.

O, herhangi birine attığım ilk ve son yumruk oldu. Aradan yarım yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ arkadaşımın yüzünün buruşmasını, yanağındaki yaşları ve içime üçüncü katın penceresinden aşağıya atılan bir piyano gibi düşen üzüntüyü hatırlıyorum.

Yıllar sonra, Erenköy'de mücahitlik yaparken Rumlarla çıkan çatışmalarda şiddetin âlâsını yaşadım, ama oradan da, hiçbir zaman doğru dürüst bir asker olamayacağımı anlayarak geri döndüm. 

Erenköy'de çok basit bir gerçeği kavramıştım: Cephenin her iki yanında aynı insan nöbet tutar. O insanın tek bir isteği var: Orada olmamak, çok ama çok uzaklarda, ölüm tehlikesinden uzak yerlerde, sevdiklerinin yanında olmak.

Nerede olursa olsun, dünyanın bütün cephelerinde durum budur.

İnsanın en az isteyeceği şey ölmektir.

Ama, hikâye bu kadar basit değil.

Yaşamak, bir nesilden diğerine temsilci yollayabilmek için, iyi kötü bütün hasletlere ihtiyaç var.

Bugün dünyanın hâli böyledir, peygamber gibi yaşarsın. Yarın, dünyanın hâli değişir, sen aynı kalırsın ama yaşamak için bu defa kanlı katil olman gerekir.

Nasıl bir cerrahın elini uzattığında o anda ihtiyaç duyduğu aletin avucunun içinde olması gerekiyorsa, insanın da değişen koşullarda varlığını sürdürebilmesi için cephaneliğinde bütün hasletlerini bulundurması gerekir.

Her insanın içinde dışarı çıkmak için zaman zaman kapıyı zorlayan bir katil, bir hırsız, bir işkenceci, bir ırz düşmanı var. Her katilin, hırsızın, işkencecinin ve ırz düşmanının dışında da içeri girmek için kapıyı zorlayan bir melek.

Ve uygarlık, insanın üstünde derisinden ince bir giysidir.

Yazarın Diğer Yazıları

Ağustos böceklerini güldürdüm

Bağırıyorum ama beni bahçede bağırışan ağustos böceklerinden başka duyan yok

Karar ver KKTC kardeş, açılıyor musun açılmıyor musun?

KKTC hükûmeti ise ülke turist akınına uğrayacakmış gibi davranıyor ve herkes için –ziyaretçiler, oteller ve uçak şirketleri– hayatı kolaylaştıracağına zorlaştırıyor

"
"