Eskiden ne çok giderdik Yunanistan'a... Ekonomik krizdeydiler o zaman... "Ne de olsa komşu" der; Dedeağaç'tan Samos'a, Yunan sahillerinde denize girerdik. Nereden bilebilirdik ki bir gün Pan-Helenik güçlerin İstanbul seçimlerini manipüle edeceğini ve Kefalonya Rumlarının çaldığı oylarla ülkemizde belediye başkanı değiştireceğini?!..
AKP iktidarı Yunan'ın asıl niyetini ortaya çıkardıktan sonra bizim de gözümüz açılmıştı artık. Ne ki elimizde bayram için çok önceden alınmış bir Selanik bileti vardı. Keyfiyet böyle olunca istemeye istemeye çıktık yola. Hem kim bilir, belki Pontusluların çevirdiği dolapları yerinde keşfedebilirdik!
Yol ortasında sarılmaya kalktılar!
Sabah 9 gibi vardık şehre. Güneşin yaktığı, gölgenin üşüttüğü, baharla yaz arası bir gündü Selanik'te. Otobüste tanıştığım arkadaşım Erkan, önce Atatürk'ün evini ziyaret etme niyetindeydi ama ilk kez geldiği ecnebi topraklarında düşmanca bir tavır görmekten endişeliydi. Haksız olmadığı birazdan anlaşılacaktı. Yol sormak için çevirdiğimiz bir Yunanlı, "Atatürk Museum" dediğimizde kollarını açacak ve sarılmak suretiyle bizi oracıkta boğmaya çalışacaktı! O sırada cep telefonumuzun haritasına baktığımız için kendisine sarılamamış, şans eseri atlatmıştık bu saldırıyı! Türk olduğumuzu anlayan adam arkamızdan "Kardaş!" diye seslenerek bizi karnımızı deşmekle tehdit ediyordu! Verilmiş sadakamız vardı doğrusu.
Pervasız bir İmamoğlu destekçisi: Pontuslu Kostas!
Nihayet öfkeli Yunan'ın yol tarifini izleyip Atatürk Müzesi'ne vardık. Sonra Erkan'dan ayrılıp püfür püfür lodos esen Selanik sahilinde yürümeye başladım. Kordon boyunca herkes "frappe"sini almış, güle eğlene sohbet ediyordu. Bu kadar neşe içinde olduklarına göre belli ki konu Ekrem İmamoğlu'ydu! "Bölücü bunların alayı!" diye söylendim içimden. Ayaklarım beni, eskiden en kalbi duygularla gittiğim kafeye sürüklüyordu. Orada Kostas'la karşılaşmayı beklemiyordum doğrusu.
En az 500-600 senelik bir Trabzon Pontuslusuydu Kostas'ın ailesi... Nihayet doğru kararı almış, ait oldukları Yunanistan'a 1920'lerde kesin dönüş yapmışlardı. E-Devlet sayesinde benim de dede tarafımdan dörtte bir Trabzonlu olduğumu öğrendiğinden beri kıskançlık içindeydi Kostas, hissediyordum! Artık yüzleşme zamanı gelmişti! Elimi sıkarak kırma girişimini usulünce atlattıktan sonra dosdoğru yüzüne sordum: "Ekrem İmamoğlu'yla İstanbul'u ele geçireceksiniz, değil mi?!"... Cevabın "evet" olmasını ve kavgaya tutuşmamızı bekliyordum. Gevrek gevrek gülmekle yetindi Kostas... Demek ki 23 Haziran'da İmamoğlu'nun yeniden seçileceğinden çok emindi. Ama nasıl?.. Derhal bir şeyler yapmam, işin içyüzünü öğrenmem lazımdı.
Bebek "Pontuuus, Pontuuus" diye ağlıyordu...
O sırada kafe sahibi Yanni girdi içeri. Onun yüzünde de güller açıyor, gözleri Bizans'ın meşhur altı oku gibi parlıyordu! Meğer ikinci oğlu doğduğu içinmiş sevinci... Oysa nüfusu 12 milyonu zar zor bulan Yunanistan'da bir ailenin ikinci çocuğu yapması?.. Bir tuhaflık seziyordum. Derken kafenin müdavimlerinden İrini - Dimitri çifti de çıkageldiler. Onların da ellerinde bir bebek arabası vardı. Çocukları Sakis, henüz 10 aylıktı ve evet, o da erkekti! İrini emziği ağzından aldığında bebek, "Pontuuus, Pontuuuus" diye ağlamaya başlıyordu! Kumpası sezmemden korkan İrini, "Yoğurt istiyor amcası!" diye toparlamaya çalışsa da durumu, ülkemiz üzerine oynanan oyun çoktan ortaya çıkmıştı! Bu insanlar hep 26 yaşlarında çocuk yapmaya başlamışlardı. 26 yıl sonra onların da torunları olduğunda nüfusları kalabalıklaşacak ve "Konstantinoupolis"i işgal etmek için önlerinde hiçbir engel kalmayacaktı! Yani tam da Malazgirt Zaferi'mizin bininci sene-i devriyesinde, 2071'de!.. 2071'in içindeki sıfırı attığımızda elimizde kalan 27 ve 1 de bunu doğruluyordu. Zira 27'den 1'i çıkardığımızda... Evet! 26 kalıyordu! Neden 26 yaşında çocuk yaptıkları bu kadar açıktı! Hain planı deşifre etmiştim sonunda!.. Yıllardır ısmarladıkları kahveler, ikram ettikleri kurabiyeler hep göz boyamak içindi demek ki...
Milli şuuru uzoyla bastırmaya çalıştılar
Artık bir an önce ülkeme dönmeliydim! Otobüse binmeden bir sokak lokantasında yemek yiyeyim dedim ve köfteyle birlikte 2 Avro'ya bir kadeh uzo söyledim. Garsonun getirdiği adeta "Keşan dublesi"ydi. "Çok değil mi bu?" diye sordum, "Boşver, iç gitsin abi!" dercesine tebessüm etti. Belli ki o da diğer Yunanlar gibi yüzümüze gülüyor, arkamızdan iş çeviriyordu! Niyeti beni sarhoş edip, ele geçirdiğim bilgileri milli iradeyle paylaşmamı önlemekti! Ama beceremeyecekti. Ağzına kadar dolu kadehi bir başka bardağa pay ettim ve ikisini de sırayla içtim. İçimden de "Bir daha buraya uğramam" dedim. Zaten tavuk mu ne koydularsa içine, renginde de meymenet yoktu köftenin!..
Bizim rakımızı bize satıyor enayiler!
Dönüş otobüsünde yanıma Japon bir turist düşüverdi. Nagatomo ve Kagawa'dan başka ne konuşabiliriz diye düşündüm. Osmangazi Köprüsü, TÜBİTAK'ın LED'li ekmek dolabı ve Akyazı Devlet Hastanesi'nin açtığı "sülük ihalesi"nden bahsettim. Hiçbirini bilmiyordu. Bula bula cahilini bulmuştum Japon'un. Zaten yol boyunca hiç eline cep telefonu almamasından, Facebook ve Instagram'a bakmamasından belliydi boş biri olduğu.
Artık sınıra yaklaşmıştık. Duty Free molası için Yunan tarafında durduk. Bizim rakımızı bize yarı fiyatına satıyordu enayiler! "Domuzdan bir kıl koparsak kârdır" düsturuyla, derhal bir şişe ediniverdim! Sabah, görevi tamamlamanın iç huzuruyla İstanbul'a indiğimde, cebimde kalan son kuruşlarla bir simit aldım ve ısırırken yüzümde Binali Başkan'ın müstehzi gülüşünü yakaladım.
(NOT: Bu "yarı kurgu"daki kişi adları, oradaki dostluklarımıza saygı gereği değiştirilmiştir.)