Seçim araştırmalarında AKP – MHP koalisyonunun eridiği ve muhalefet bloğunun yükseldiği açıkça görülüyor.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise Recep Tayyip Erdoğan’a oy vermeyeceğini söyleyenler, vereceğini söyleyenleri geçmiş durumda.
Hep söylediğimi tekrarlayarak başlayayım: Seçim sath – ı mailine girilmeden, kampanyalar başlamadan yapılan araştırmalar, eğilim belirlemekte belki işe yarar ancak, kesin sonuç gibi görülmemelidir.
Seçmenin oy verme davranışlarını etkileyecek çok faktör var ve o faktörlerin ne yönde çalışacağını tahmin edebilmek için o dönemi yaşamak gerekir.
Ancak söylediğim gibi bu araştırmalar genel bir eğilimi de gösteriyor ki Erdoğan’ın seçilmeme olasılığı çok yüksek.
Üçüncü kez Cumhurbaşkanlığı seçimine girecek ancak bu sorunu YSK marifetiyle atlatacaktır, bugünden iddiaya girerim.
Öyle görünüyor ki muhalefet kampanyasının ana eksenini “güçlendirilmiş parlamenter sistem” oluşturacak.
Böyle bir sistemi daha önce hiç duymadığımı da yazmıştım ancak belli ki Ala Turka başkanlık sisteminde yaşadıklarımız nedeniyle muhalefet, bu talebin seçmende bir karşılık bulacağına inanıyor.
Ben de bugünden söyleyeyim ki yanılıyor!
Seçim bunun çok daha ötesinde bir zemin üzerinde kazanılacak ya da kaybedilecek.
* Birincisi adayınız kim olacak?
* İkincisi, iktidara gelirseniz ne yapacaksınız?
Muhalefet liderlerinin bu durumdan pek hoşlanacağını zannetmiyorum ancak muhalefetin adayının Ekrem İmamoğlu olmasını kaçınılmaz görüyorum.
O da zaten seçim kampanyasını şimdiden başlattı, il, ilçe demeden Türkiye’yi dolaşıyor, halkla temas ediyor, yerel güç odaklarıyla, politikacılarla buluşuyor.
Kuşkusuz ki seçimi çantada keklik görüp, parti liderlerini aday olmaya yönlendirmeye çalışanların sayısı iki büyük muhalefet partisinde de küçümsenemeyecek kadar çoktur.
Bunların temel davranış saiki esasen kendi pozisyonlarını korumaktır.
Lider seçimi kaybetse de parti içinde pozisyonlarını muhafaza etmek. Kazanırsa da bu yakınlıktan istifade ederek daha üst pozisyonlara sıçrayabilmek.
Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener bu tür “dolduruşlara” pirim verirler mi diye soracak olursanız, mümkündür, böyle bir dolduruşa gelebilirler.
Kazanırlar mı, kaybederler mi derseniz, bugünkü araştırmalar eğer bir genel eğilimi temsil ediyorsa kaybederler diye iddiaya da girebilirim.
“İktidara gelirseniz ne yapacaksınız” sorusunun yanıtı da önemlidir demiştim.
Özellikle de TBMM seçimi açısından.
Bugünkü tablo başkan seçimini kazanmaya yetse de TBMM seçimini AKP –MHP blokunun daha çok milletvekili kazanarak tamamlamasının mümkün olduğunu gösteriyor.
Bu seçimde öne geçmeyi sağlayacak şey “güçlendirilmiş parlamenter sistem” vaadi olamaz.
Vatandaşın işsizlik sorunu nasıl çözülecek? Tencere nasıl dolacak ve kaynayacak? İnsanlar çocuklarının geleceğinden nasıl emin olacak? Her çocuğun iyi eğitim hakkına sahip olabilmesi nasıl sağlanacak? Bireysel özgürlüklerimiz nasıl teminat altında olacak? Rejim, hayatıma karışmayı aklından geçirebilecek mi?
Böyle birçok temel soru var ve bunların en önemlisi de ekonomi.
Türkiye’yi bugünkü çıkmaza sürükleyen sadece Erdoğan’ın kendisini ekonomist zannetmesi ve tuhaf para politikası fikirlerine sahip olması değil.
Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları, sadece para politikasıyla çözülemez.
Sorun sistemin kendisinde.
Milli gelirin nasıl paylaşılacağında. Milli gelirin nasıl arttırılacağında.
Bunun için dört başı mamur bir program ortada yoksa, beklenen oy yağmurunun olmayacağını söylemem için falcı olmam gerekmiyor.
Ve en zor olanı da bu programı ortaya koymak: CHP, neo liberal ekonomi politikalarını daha iyi uygulayacağını mı vaat edecek?
Dünyanın neresinde neo liberal politikalarla işçi, köylü, küçük memur, küçük esnafın refahı arttırılabildi ki Türkiye’de artsın?
Millet İttifakı’nın ortaklarının ekonomi programı hangi zeminde oluşacak?
Anayasa’yı değiştirmek için ortak program üzerine çalışmak bundan daha önemli değil.
***
Anayasa’nın hatırlatılmasından niye gocundular?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, memurları kanun dışı emirlere uymamaları konusunda yüreklendirmek için konuşunca AKP lideri çok kızdı.
Kılıçdaroğlu, TÜGVA gibi vakıflar ile tarikatların bir tür paralel devlet yapılanması oluşturmakta oldukları iddiaları gündeme gelince şunu söylemişti:
“18 Ekim Pazartesi itibarıyla bu düzenin illegal isteklerine verdiğiniz tüm desteğin sorumluluğu size de ait olmaya başlayacaktır. 'Emir almıştım' diyerek bu kirli işlerden sıyrılamazsınız. Size kanun dışı ne yaptırılıyorsa pazartesi itibarıyla durun. Bu illegal paralel sistemlerden elinizi eteğini çekin.”
Bunun üzerine AKP Genel Başkanı “sen nasıl olur da bu ülkenin memurlarını tehdit edersin” dedi.
Erdoğan’ın Meclis’teki vekili el yükseltti:
“Ateşle oynuyorsun. Biz tiyatro diye itibarsızlaştırmaya çalıştığın 15 Temmuz cehenneminden çıktık. Kimi tehdit ettiğine dikkat et.”
“Tehdit” imalı söz burada kime aittir diye sormayacağım.
Ancak bir ülkenin meşru ana muhalefet partisi liderinin, Anayasa’nın 137. Maddesini devlet memurlarına hatırlatmasının, iktidarı niye bu kadar kızdırdığı üzerine düşünmek gerek.
Anayasa’nın 137. Maddesi şöyle:
“Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse,
yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz. Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz. Askerî hizmetlerin görülmesi ve acele hallerde kamu düzeni ve kamu güvenliğinin korunması için kanunla gösterilen istisnalar saklıdır.”
- maddede de memurlar ve diğer görevlilerin Anayasa’ya, kanunlara sadık olarak faaliyette bulunma yükümlülüğü yok mu?
Devletin her düzeydeki memuruna kanuna aykırı emir vermiyorsanız, bu durumdan da gocunmuyor olmanız gerekir.
Ancak AKP yöneticileri kızıyor çünkü her iktidarın başına gelen, onların da başına geliyor.
Bu da devlet bürokrasisinin, iktidardan gitme ihtimali beliren yönetimlerin verdiği emirlere uymak konusunda titizlenmesidir.
İktidarın ilk günlerinde emirleri yerine getirirken kimse kanundu, tüzüktü dinlemez ancak iktidardan gidiş hissedilmeye başlandığı andan itibaren fotokopi makinaları da çalışmaya başlar.
Bürokrasi, kendini güvene almak için belge ve bilgi biriktirir ki yeni iktidarla birlikte gelebilecek olası suçlamalara karşı hazırlıklı olsun.
Bu iktidar döneminde kapalı kapılar ardında yapılan ihalelerin, nüfuz ticaretinin haddi hesabı yok.
Bakın belediyelerde AKP döneminde neler yapıldığı birer birer ortaya çıkıyor.
Bunların büyük bölümü o gün verilen kanunsuz emirlere uymak zorunda kalanların, güvence arayışıyla bir kenara kaldırdıkları belgelerle ortaya çıkıyor.
Rejimin korkusu da esasen budur.
Bir siyasi çağrıya böyle tepki verilmesinin başka bir nedeni olamaz zaten.