AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Konya Milletvekili Leyla Şahin şöyle buyurdu:
“Türkiye’de insan hakları ihlali olduğunu dile getirmek abesle iştigaldir. İnsan hakları ihlali deyince akla somut söylenebilecek bir iki tane olay bile gündeme getiremiyorlar.”
Leyla Hanım’ı hatırlarsınız, bir zamanlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kapısından ayrılmıyordu.
Şimdi milletvekili oldu, partide bir koltuk da kaptı, yukarılara çıktı, belli ki aşağıyı iyi göremiyor.
Ya da herkesin bildiği fıkrada olduğu gibi “oradan öyle görünüyor demek ki” mi demeliyim, bilemedim.
Leyla Şahin, “somut söylenebilecek bir iki olay” arıyor.
Doğrusunu isterse, son bir yıl içinde yaşanan insan hakları ihlallerini yazmak bile bilgisayar tuşlarına basan parmaklarımda iltihaplanmalara neden olabilir.
Bir gün vakti varsa, bir kahve ikram etmese de olur tabii, Ankara’ya gelir, kendisine bu listemi sunarım.
Çok uzaklaşmaya gerek yok, daha geçtiğimiz çarşamba günü, parti binasının önünde basın açıklaması yapmak isteyen HDP’li Ankara Milletvekili Filiz Kerestecioğlu ve Ağrı Milletvekili Abdullah Koç, polis tarafından darp edildiler, yüzlerine biber gazı sıkıldı, basın açıklaması yapmaları engellendi.
Sizi AİHM’de temsil eden avukatlarınıza bir sorun bakalım, bu olayla ilgili olarak AİHM’ye gidilse “ihlal kararı” verilir mi, verilmez mi?
“Bir – iki örnek” diyorsunuz, bu vereceğim örnek kaç ihlale karşılık geliyor, tam olarak bilemeyeceğim.
AİHM, “zorunlu din dersi” okutulmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğuna karar verdi. Taaa 2014 yılında hem de!
İhlal hâlâ devam ediyor, farkında mısınız Leyla Hanım?
Dediğim gibi Türkiye’nin insan hakları sicili berbat durumda.
Avrupa Konseyi’nin hazırladığı rapora göre 2017 yılında Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını en fazla uygulamayan ülkeler listesinde Rusya ile başı çekti. Türkiye geçen yıl 11 milyon 600 bin Euro tazminat ödemesi yaptı.
Aynı yıl Türkiye’de tespit edilen insan hakları ihlallerinin sayısı 99.
2018 raporları da mart ayı bitmeden çıkar, o vakit tekrar hatırlatırım size.
***
“Alacakaranlık” kuşağında Türkiye
Rize Emniyet Müdürü Altuğ Verdi, geçtiğimiz yılın son günlerinde makamında bir polis tarafından öldürüldü. Bir polis memuru da bu saldırı sırasında yaralandı.
Rize Sulh Hukuk Mahkemesi bu olayla ilgili olarak yayın yasağı koydu.
Gebze’de viyadük çöktü, altında işçiler kaldı, 3 işçi hayatını kaybetti. Daha olayın ne olduğu tam anlaşılamadan Gebze’deki mahkeme yayın yasağı koydu. Toplumun psikolojisini ve ahlakını korumak, kurtarma çalışmalarını aksatmamak amacıyla!
Çorlu’da meydana gelen ve 24 vatandaşımızın hayatını kaybettiği kaza sonrasında da Başbakanlık tarafından geçici yayın yasağı konuldu. Yasak ertesi gün kaldırıldı.
Daha sonra Ankara’da bir mahkeme bu kaza ile ilgili olarak internet sitelerinde çıkan bazı haberlere erişim yasağı koydu.
Müge Anlı’nın televizyon programında ortaya çıkan Palu Ailesi rezilliğinin yayınlanmasına da yasak getirildi. Böylece Türkiye, yayıncılık faaliyetinin ortaya çıkardığı bir olaya yayın yasağı getiren ilk ülke olmuş oldu.
Bazı bölgelerdeki gıdaların halk sağlığına zararlı olduğu ile ilgili araştırmayı yayınlayan Dr. Bülent Şık’ın da 5 yıldan 12 yıla kadar hapsi isteniyor.
Bütün bunlar bir tek şeye işaret ediyor: Türkiye artık “alacakaranlık kuşağında” yaşayacak.
Halkın bilgi edinmesinden korkan rejimler, kapalı rejimlerdir. Dikta rejimleri, otokrasiler halkın her türlü bilgiye erişimini istemezler.
Şu anda Türkiye’deki rejim için “tam kapalı” dememiz aşırı kaçar ama bu hızla oraya doğru yaklaştığımız gerçeğini de söylemek zorundayım.
***
Aziz Nesin hikâyesi gibi
Geçen gün Resmi Gazete’de bir “haber” yayımlandı. Haber dediysem, lafın gelişi tabii, Resmi Gazete’de haber yayınlanmıyor doğal olarak. Ama bu gerçekten bir haber değeri taşıyor, onun için “haber” sayılabilir.
Bu “haberin” başlığı şöyleydi:
“Bazı Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi.”
Böyle acayiplikleri severim, hemen oturdum Resmi Gazete’deki bu kararnameyi okudum.
Bu yeni kararname ile eski kararnamelerden bazılarına ek yapılmış, bazılarındaki kurumların adları değiştirilmiş vs.
Şimdi şöyle bir kararname bekliyorum: Bazı Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinde Değişiklik Yapılması Hakkındaki Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde Değişiklik Yapılması İle İlgili Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi!
Aziz Nesin’in ruhu şad olsun.
Okumayı bilene tek şey anlatıyor aslında: Cumhurbaşkanlığı kararnameleri, üzerinde yeterince çalışılmadan çalakalem yazılıyor, eksiklikler, hatalar arkasından gelen düzeltme kararnameleriyle düzeltiliyor!
Nitekim dün de CHP Genel Başkanı Özgür Özel açıkladı ki Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile altı ay önce kapatılan bir Genel Müdürlük, sanki hâlâ yaşıyormuş gibi yazışmalar yapmaya devam ediyor!
Hani bu Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçince her şey hazırdı, bürokrasi bir günde yok olup, Türkiye sırtına jet motoru takılmış gibi uçmaya başlayacaktı?
Görünen o ki uçmayı bir kenara bıraktım, Saray bürokrasisi daha ne yapacağını bile tam olarak bilemiyor, el yordamıyla ilerliyor.
Bu bir devlet değil de özel sektör şirketi olsaydı, hissedarlar toplanıp, CEO’nun işine son verirlerdi.
Tabii, TC bir devlet, CEO da görevinin başında. Çünkü biz hissedarların çoğunluğunu ikna etmekte hiç zorlanmıyor.