Ernesto Che Guevara’nın, kurşuna dizilmeden önceki son sözleri şu olmuş:
"Fidel’e söyleyin, bu başarısızlık devrimin sonu anlamına gelmez."
Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin de önderi olduğu halk ayaklanması bastırılıp idam edilirken, 1420 yılında Serez’de "Bu kerre mağlubuz" demişti.
Savundukları davaya olan inançlarını son nefeslerinde bile yitirmeyen iki büyük devrimcinin, aralarındaki 500 yıllık zamana ve binlerce kilometre uzaklığa rağmen, ölümün soğuk nefesi yüzlerindeyken benzeri sözleri söylemiş olmaları sadece bir tesadüf olarak açıklanabilir mi?
Bu soruyu kendime sıkça sorarım.
Hayır, bu bir tesadüf olamaz.
Tesadüf olsaydı Galile, Engizisyon mahkemesinde aksini söylemeye zorlanırken "Dünya yine de dönüyor" demezdi.
Sokrates, devlet tarafından tanınan tanrılara sadakatsizlik ettiği, Atina şehir devletinin yöneticilerine göre gençleri yanlış yöne sevk ettiği için baldıran ölüme mahkûm edilmişti.
Arkadaşları ona bir kaçış planı hazırlamıştı, bunu reddetti.
Baldıran zehri dolu kaseyi kafasına dikerken şunu söyleyecekti:
"Ayrılık saati geldi, herkes kendi yoluna gidecek, ben ölüme ve siz hayata. Hangisinin daha iyi olduğunu sadece Tanrı bilir."
Günlerdir Kanal İstanbul’un ÇED raporuna itiraz dilekçesi vermek için İstanbul Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü önünde kuyruk var.
Dün rüzgar çıldırmış gibi eser, yağmur o soğukta insanın yüzünde bir tür kırbaç etkisi yaratırken de kuyrukta bekliyorlardı.
İnsanlar evlerinin, ofislerinin sıcak koltuklarında internet üzerinden yapabilecekleri bir iş için kuyruklarda beklemeyi göze aldılar.
Ve kariyerinin başlangıcında Recep Tayyip Erdoğan’a ağız dolusu hakaretler savuran İçişleri Bakanı, bu insanlara bakıp şöyle demiş: "Çatlasanız da patlasanız da Kanal İstanbul’u yapacağız."
Olabilir, hepimizi çatlatıp, patlatabilirler. Kanalı da yapabilirler. Ellerindeki devlet gücü bunu yapmalarını mümkün kılabilir.
Bunların artık çok önemi yok.
Önemli olan şu: Türkiye’de insanlar, artık bu tür tehditlere pabuç bırakmıyor.
Sosyologlar ve siyaset bilimciler bugün yaşamakta olduğumuz bu toplumsal dönüşümü elbette daha iyi açıklayabilirler.
Ben sıradan bir gazeteci olarak gözlemlerimi yazıyorum.
Bunca insan, herhangi bir siyasal örgütlenme içinde yer almadan, bireysel olarak isyan etti.
Bu insanları örgütleyip, Çevre Müdürlüğü'nün önündeki kuyruklara taşıyan, parası başkalarınca ödenmiş otobüsler yok.
Kuyrukta acıkırlarsa diye kumanya dağıtan da...
"Dilekçe verene 10 lira vereceğiz" gibisinden bir maddi müşevvik de yok.
İçişleri Bakanı’nın zekasının kavramakta zorlandığı mesele de bu zaten.
Bu kuyruklar, insanların bu ülkede var olduklarını, yok sayılamayacaklarını haykırmalarının bir yolu.
Bu toplumsal isyanın bireyleri arasında her partiden insan var, hiçbir partiye sempati duymayan da.
Gelecek için ümitli olmamız gerektiğini gösteren bir tablo bu.
Türkiye’de demokrasinin gelişmesinde eksikliğini en çok hissettiğimiz şey de buydu zaten.
Kimse "bana ne" demiyor.
Hâlâ böyle düşünen varsa da sayıları giderek azalıyor.
Artık farkına varıyoruz ki tek başımıza çözemediğimiz sorunlarımızı, bizler gibi insanlarla bir araya gelebilirsek çözebiliriz.
Toplumun taleplerine, beklentilerine, isteklerini kulağını tıkayan iktidarlar da öğrenecekler ki bunun siyasi sonuçları elbette olacak.
2020’ye böyle bir toplumsal iklimde giriyoruz.
Mutlu bir yıl diliyorum.
Yeni yıla girerken sesimiz yüksek çıksın, Leman Sam ile birlikte söyleyelim: "Hey yıllar, yenilmedim size!"