Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir kez daha sosyal medyadan yakındı.
"Sınırsız özgürlük başlığı altında tamamen denetimsiz bir alan oluşturularak mağduriyetlerin oluşmasına sebebiyet veriliyor" dedi.
Bu sözleri onun ağzından duymak doğrusunu isterseniz bana çok garip geliyor.
Bu memlekette, sosyal medyadaki "sınırsız özgürlük" nedeniyle mağdur olanların sıralı tam listesini yapsak, derecesi şu olur: Türkiye 83 milyon 154 bin 997'ncisi!
Emniyet'te koca bir birim gözünü, kulağını dört açmış, hangi sosyal medya hesabından Erdoğan'a dokunacak bir şeyler yazılıp, çiziliyor takip ediyor. Kıstırdıklarını da gece yarısı paldır küldür karakola çekiyorlar.
Bu yüzden kendisi "dünyada en çok hakarete uğrayan devlet yöneticisi" unvanını elinde bulunduruyor.
2014'te seçildiği günden 2019'un son gününe kadar Cumhurbaşkanına hakaret suçundan 63 bin 41 kişiye dava açıldı. Bunların 9 bin 554'ü mahkûm oldu.
Böyle bir rekor bugüne kadar görülmemişti, büyük olasılıkla bundan sonra da bu rekoru Erdoğan'ın elinden kimse alamayacak.
Tarihe böyle geçmek, iyi bir şey midir?
Oysa biraz geniş gönüllü ve rahat olsa, böyle rekorlar ile isminin bir arada olmasını da engelleyebilir.
Kimse tarihin bu döneminde Türklerin toplu bir çıldırma yaşayarak, işi gücü bırakıp, hapse girme pahasına Cumhurbaşkanı'na hakaret mesajları yollamaya çalıştığını düşünmemeli.
Sorun, ifade özgürlüğü ile ilgili olarak Erdoğan'ın kafasının içinde yarattığı sınırların, kendisi için alabildiğine geniş iken, başkaları için alabildiğine dar olmasıdır.
Erdoğan, "sınırsız özgürlük" kelimelerini telaffuz ederken kötü bir şey tarif ediyor.
Oysa mesela ben bu iki kelimeyi yan yana kullandığımda iyi bir durum tarif etmiş oluyorum.
Benim içime ferahlık duygusu verirken, Erdoğan'ın içine gam ve kasavet çöküyor.
Fikir / ifade özgürlüğü ile ilgili "sınırsızlık" Anayasası'nın gereği olan ABD'de bu özgürlükler, sınırsızdır diye mağdur olan pek görülmüyor.
Mağduriyet, bu özgürlüğün sınırlanmaya başlamasıyla ortaya çıkıyor ve derece derece artarak, bazı rejimlerde insanların sırf düşündüklerini açıkladıkları için hapse atılmalarına kadar varıyor.
Dikkat ettiyseniz, "denetlenemeyen özgürlük alanları" meselesi, Erdoğan'ın konuşmalarında, ciddi bütün sorunların nedeni olarak gösteriliyor.
Devlet bütçesinden yapılan harcamalar gibi konularda "denetim" kelimesinden hiç hazzetmeyen Erdoğan, konu özgürlükler olunca "denetimden" yana!
Onun için Erdoğan'ın, dövizin ateşini düşürmek için ortaya attığı "reform" kavramına, sahibinin atfettiğinden daha fazla önem vermemek gerek.
Çünkü Erdoğan'ın siyasi pozisyonu, artık bu tür özgürlüklerin genişlemesini kaldırabilecek durumda değil.
Çok fazla özgürlük, çok fazla soru sorulması demek ki verecek yanıtın azalmasına paralel olarak özgürlüklerin sınırının daraltılması bu nedenle kaçınılmaz oluyor.
* * *
Geciktikçe maliyet artıyor
Covid - 19 salgınının ikinci dalgasının belirtileri ortaya çıktığında, Erdoğan yönetimi, bilim insanlarının ve hekimlerin uyarılarına rağmen başını öteki tarafa çevirdi.
Bu konuda kendisini kandırdığı gibi milleti de kandırmaya kalktı.
Oysa ikinci dalganın daha sert geleceği, salgının ilk etkilerinin azalmaya başladığı yazın ilk günlerinden beri biliniyordu.
Erdoğan yönetimi, bu süreyi deyim yerindeyse yaz boyunca şarkı söyleyip, eğlenen cırcır böceği gibi geçirdi.
İkinci dalgaya yönelik herhangi bir hazırlık ve planlama yapılmadığı gibi kış başında ortaya çıkacağı tahmin edilen aşılar ile ilgili çalışma da yapılmadı.
Bu işi ciddiye alan ülkeler, yaz boyunca bir yandan geliştirilecek olası aşılar için siparişler verdiler, sözleşmeler imzaladılar.
Diğer yandan da 100 bin nüfus başına düşen hasta sayısındaki artışa bağlı olarak hangi aşamalarda, hangi önlemlerin otomatik olarak uygulanacağını planlayıp, açıkladılar.
Nitekim, bizim sokaklar, kafeler, lokantalar, kahvehaneler, nargileciler dolup dolup taşarken, Avrupa'nın birçok ülkesinde önce kısmi, sonra toplu kapanmalar başladı.
Ve Türkiye hasta sayısında Avrupa'nın liderliğine oturduktan sonra Nasreddin Hoca'nın türbesinden hallice "kapanma" kararları ancak önceki gün alınabildi.
Bu arada hastaneler doldu, sağlık sistemi çökme tehlikesi yaşıyor, yüzlerce vatandaşımızı Erdoğan rejiminin aymazlığı yüzünden kaybettik.
Önlemler zamanında alınmış olsaydı, o vatandaşlarımızın bir bölümü bugün aramızda olacaklardı.
Aşı konusu bir başka rezalet.
Türkiye'nin aşı yoluyla sağlanacak bağışıklık için nüfusunun yaklaşık yüzde 60'ını aşılaması gerek. Bu yaklaşık 50 milyon kişinin aşılanması anlamına gelir.
Şu anda mevcut aşılar iki doz halinde yapılıyor. Yani Türkiye'nin ihtiyacı 100 milyon doz aşı.
19.50 dolardan 100 milyon doz! Yaklaşık 2 milyar dolar.
Cep delik, cepken delik! Ve artık parayı bulsan da aşı için gireceğin kuyrukta sıra 2021'in sonunda ya gelecek, ya gelmeyecek.
Çin aşısı 3. Faz denemelerini başarıyla geçip, ruhsatlandırılırsa daha ucuza mâl olacak.
Ama ne gerçek bir siparişten söz edebiliyoruz, ne de aşı geldiğinde bunu 50 milyon kişiye nasıl uygulayabileceğimiz ile ilgili bir planımız var.
Erdoğan yönetimi, 14 günlük tam kapanmayı göze alamadığı için salgının yayılımının yavaşlaması daha uzun süre alacak.
Aşının geç gelmesi ve plansızlık nedeniyle aşılamanın uzamasının yarattığı gecikmeyi de buna ekleyin.
Türkiye'nin bir numaralı ihracat pazarı olan Avrupa'da işler açılır, hayat normale dönerken biz hâlâ salgın ile boğuşuyor olacağız.
Hükümet bunun yol açacağı kaybı bile görmekten aciz, günü palyatif tedbirlerle kurtarabileceğini zannediyor.
* * *
Su akacak, Katarlı da bakacak!
Tarım ve Orman Bakanlığı, Katar ile imzalanan "su yönetimi mutabakat zaptı" ile "su yönetimi alanındaki deneyim ve tecrübelerin paylaşılmasının amaçlandığını" açıkladı.
Söz konusu mutabakat, iki ülkenin bir diğerinden su temini, su nakli, su paylaşımı gibi konuları kapsamıyormuş.
Hepimizin bildiği gibi Katar, bir çöl ülkesi. Büyüklüğü de aşağı yukarı İzmir vilayeti kadar. Ancak nüfusu da yaklaşık İzmir'in üçte ikisi kadar.
Ülke çöl olduğu için suyunu, deniz suyunun arıtılmasıyla temin ediyor.
Yani dışardan ilk bakışta Türkiye'nin, su yönetimi konusunda Katar'dan öğreneceği pek bir şey yok gibi.
Bizim su yönetimindeki temel mottomuzu da bir halk deyişimiz güzelce özetlemiş: Su akar, Türk bakar!
Katarlılara da bunu mu öğreteceğiz acaba?
Gerçi yurdun dört bir yanını barajlarla doldurduk ama bu, suyu yönetmekten daha çok, müteahhitlere hidroelektrik santrallerinden ballı gelir aktarmayı hedefliyordu.
Yani bu mutabakat tam bir muamma.
Tarım ve Orman Bakanlığı, mutabakat ile açıklamasını biraz daha açıklasa da hepimiz öğrensek, biz Katarlılara ne öğreteceğiz, onlardan ne öğreneceğiz?