Başlıkta okuduğunuz bu kısacık cümle, Türkiye'nin neden Dünya Yolsuzluk Endekslerinde en alt sıraya girmek için kendini paraladığını açıklayan, sihirli bir cümle.
Tırnak içinde yazdım çünkü bu söz 17 – 25 Aralık olayının ardından bakanlıktan ayrılmak zorunda kalan "saatçi bakan" Zafer Çağlayan'a aitmiş.
Şunu da söylemiş: Niye biz varız da şu şu isimler yok?
Hayır, bunu bizzat Zafer Çağlayan'dan duymadım.
Bir saray darbesi ile devrilen eski Başbakan ve Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, salı akşamı Yavuz Oğhan'ın YouTube kanalında, rüşvetle suçlanan eski bakanların Yüce Divan'a neden gönderilemediğini açıklarken Zafer Çağlayan'ın bu cümleyi kullandığını anlattı: "Birçok şey ortaya saçılır."
Böyle kritik cümleleri hemen ezberlerim.
Nitekim dün sabah yürüyüşümü yaparken beni durdurup, "10 milyon Euro'luk haraç" olayının nasıl sonuçlanacağını soran okuyucuma bu cümleyle yanıt verdim: Sonuçlanırsa birçok şey ortaya saçılır!
Günlerdir suç örgütü şefinin aylık maaş verdiği milletvekilini konuşuyoruz.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, bu milletvekilinin kim olduğunu biliyor, kendisine saklıyor.
Televizyonda "savcıya açıklayacağım" dediğinde takvim yaprakları 25 Mayıs'ı gösteriyordu, bugün 17 Haziran.
Üç haftadır yolunu bir türlü savcıya düşüremedi yani.
İşin ilginci savcılar da kendisini davet etmedi; "Buyurun bir çayımızı için, bize söyleyecekleriniz vardı" diyemediler.
Sanık olarak değil, tanık olarak ihtiyaç var ifadesine; çaya – kahveye davet etmek ve Bakan Soylu'yu bir ihbar mektubu yazma zahmetinden kurtarmak da bu kadar zor mudur?
Ardından kendisine gazeteci süsü veren bir adamın, Bakan adına 10 Milyon Euro haraç istediğini öğrendik.
Bu adamı çalıştığı kurum, hemen kapının önüne koydu. En azından şu an için ekrana çıkarmıyor.
Peki Bakan'ın amiri ne yapıyor?
Bakanın amiri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Dünya lideri. Diklenmeden dik durabilen adam. Kimsesizlerin kimi.
Bu sıfatlarına ekleyecek bir önerim var: Son derece meraksız!
Bakanın amiri, ne dümenler döndüğünü bizler kadar merak etmiyor belli ki.
Niye? Bakanının ne işler çevirdiğini zaten bildiği için mi? Ya da bakanının da çok şey bildiğini bildiği için mi?
Yoksa yine o sihirli cümle mi akıllara geldi: Birçok şey ortaya saçılır!
Böyle düşünmemizin mantıklı olduğunu Bakan'ın bizzat kendisi söylemişti zaten.
"Bakan olarak birçok mahrem bilgiye sahibim, bazı milletvekillerine acıyorum" demişti.
O zaman ben de sormuş, yanıt alamamıştım: Bildiklerin içinde suç olan şeyler varsa niye savcıya gitmiyorsun?
Belli ki bakan, bildiklerini savcılara söylemek yerine, tıpkı Fethullahçıların 17 – 25 Aralık öncesinde yaptıkları gibi kendisine saklamış: Sakla bilgiyi, gelir zamanı diyerekten herhalde!
Şimdi o zaman gelmiş diyebilir miyiz?
"Birçok şey ortaya saçılır" cümlesinin yarattığı dehşet dengesi (*), herkesin siyasi pozisyonunu korumasına mı yol açıyor?
(*) Dehşet dengesi: Soğuk savaş döneminde, iki rakip blokun elindeki nükleer silahlar nedeniyle oluşan politik denge durumu. Taraflar, bu dengeyi bozacak adımlar atamıyorlardı çünkü rakiplerinin nükleer silahlarını kullanma olasılığından çekiniyorlardı. Benim yaşımdakiler hatırlarlar, eski dünyayı hatırlamayan gençler için açıklayayım dedim.
* * *
Hayır, dinden çıkmadılar!
Kadir Has Üniversitesi'nin her yıl düzenli olarak yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre kendisini "muhafazakâr / dindar" olarak tanımlayanların oranı yüzde 33,5'tan yüzde 27'ye geriledi.
Geçtiğimiz şubat ayının başında eski İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı'nın bir açıklamasını not etmiştim.
Prof. Dr. Çağrıcı şöyle diyordu:
"Özellikle gençlerde görüldüğü söylenen bu deizm benzeri sapmaların en büyük sebebi, dindar çevrelerin onlarda oluşturduğu, travma derecesine varan hayal kırıklığıdır. Buna itirazı olanlar, birkaç saatini sosyal medyaya ayırsınlar. Bu konuda orası iyi bir gözlem alanıdır."
Üniversite'nin araştırmasını, "içeriden" gözlemleyerek doğrulayan bir tespit bu.
Ve çok da şaşırtıcı olmamalı.
İktidardaki kadro, dini gerçek anlamda "kullanıyor".
Farkındaysanız Recep Tayyip Erdoğan, en önemli siyasi açıklamalarını cuma namazı çıkışında, cami kapısında yapar oldu.
Ramazan ayı boyunca her iftarı, bir siyasi gösteriye çevirmekten pandemi döneminde bile geri durmadı.
Ayasofya'nın, Taksim Camii'nin açılışı, sanki İstanbul'un bir kez daha fethedilmesi gibi sunuldu.
Diyanet İşleri Başkanı, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir şekilde "her şeye maydanoz" olmuş durumda.
Neredeyse her törende süslü, beyaz cüppesiyle Erdoğan'ın hemen arkasında yerini alıyor.
Bu görüntünün arkasındaki gerçek ise dini inançlar ile örtülemeyecek kadar kötü.
Dini örtünün arkasında, artık şımarıklığa varan bir kibirle, her şeyin en iyisini yaptığını iddia eden ama ekonomiden dış politikaya kadar her alanda dökülen bir yönetim var.
Ekonomi dökülüyor. Ülkenin çalışabilir nüfusunun yarısı işsiz. Sesini yükselten hapsi boyluyor.
Dindarlar da bizimle aynı ülkede yaşıyorlar, aynı gerçeklikle yüzleşiyorlar.
Esnafa sadaka gibi biner lira dağıtılırken, o bile doğru dürüst herkese verilmezken iktidar elitinin çok sevdiği bir avuç müteahhitlerin milyarları hem de dolar olarak götürdüğünün onlar da farkında.
Daha beş – on yıl önce kendileri gibi giyinen, kendileri gibi yaşayan bazı insanların yaşadıkları yeni hayatı görmüyor olabilirler mi?
Lüks arazi araçları, on binlerce dolara satılan çantalar, giysilerle gezenler bir zamanlar kendileri gibiydi, şimdi bambaşkalar.
Ülkenin mütedeyyin insanları şaşkın.
Eskiden dindar olmakla iftihar eden o sıradan insanların "hayır, ben onlar gibi değilim" deme ihtiyacının sonucu bu.
Yoksa kimse dinden filan çıkmış değil.
Erdoğan ile nasıl bir pazarlık içinde olduğunu henüz öğrenemediğimiz Oğuzhan Asiltürk'ün göremediği de bu zaten.