Diyanet İşleri Başkanı’nın aklına geçen cuma günü eşcinsellik ve zina konusu geldi.
Cuma hutbesinde "İslam zinayı en büyük günah kabul ediyor" diye söze girdi, "Lutiliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti? Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir bunun hikmeti" diye çıktı.
Diyanet İşleri Başkanı’na göre AIDS hastalığına yol açan HIV virüsünün varlık nedeni de yüzbinlerce insanın gayrimeşru ve nikahsız yaşamaları.
Gerçi bu son söylediğinin bilimle filan hiç alakası yok ama sonuç olarak adam Diyanet İşleri Başkanı.
Hutbeye çıkıp, "zina serbest, eşcinsellikten zarar gelmez" diyecek hali yok doğal olarak.
Ama Koronavirüs ortalığı kasıp kavururken, işini gücünü kaybedenler gelecek endişesi ile bekleşirken Diyanet İşleri Başkanı’nın aklına bu konunun gelmesi biraz tuhaf, bunu da kabul etsin lütfen.
"Şu anda İslam dünyasının karşı karşıya olduğu en önemli problem zina ve eşcinsellik" desem, değil.
"Milleti kolundan sürükleyip, zorla eşcinsel yapmaya başladılar, Diyanet de bununla mücadele ediyor" desem, o hiç değil.
Durduk yerde Başkan’ın aklına bunlar nereden geliyor, doğrusunu isterseniz bilemedim.
Diyanet İşleri Başkanı’nın, akıllarında sürekli seks olan "asansörcü hocalardan" farklı olmasını beklemek hakkımız değil mi?
Öte yandan buradaki sıkıntı, Başkan Bey’in söyledikleri ile bilimin tespit ettiklerinin birbirine uymuyor olması.
Sonra da Diyanet merak ediyor, "gençler neden deist oluyor" diye.
Bilgiye ulaşma olanağının bu kadar geniş olduğu bir dünyada, bilimdışı görüşleri din diye anlatamazsınız, bilimsel bilgiye ulaşan kimse buna inanmaz.
Başkan’dan İslam’ın yasakladıklarını görmezden gelmesini elbette kimse isteyemez ama dine, bilim dışı hurafe karıştırmamak da her halde önce Diyanet İşleri Başkanı’nın işi olmalı.
Bu söylediği şey, hurafenin din diye yutturulmasının bir örneğidir.
Evet, İslam dini bunları yasaklar ama bazı insanlar bu yasaklara uymadı diye insanlığın başına felaketler de gelmez.
Nasıl ki deprem, zina arttı diye olmuyorsa, virüsler de bu yüzden ortaya çıkıp, yayılmıyor.
Hepsinin bilimsel bir izahı var.
"Hesap gününe" inanıyorsanız, herkesin kendi hesabını vereceğini de biliyor olmalısınız.
Bazı kişilerin günahkar olmaları, bütün insanların cezalandırılmasıyla sonuçlanmaz.
Diyanet İşleri Başkanı, Anayasa’ya göre laik bir ülkenin memurudur.
Bu ülkede, Anayasa, isteyenin istediği gibi yaşamasını güvence altına alır.
Memuriyet görevinin size yüklediği sorumluluktan hoşlanmıyorsanız görevden ayrılıp, televizyon imamları gibi ağzınıza geleni söyleyebilirsiniz.
Diyanet İşleri Başkanı olarak kalacaksanız, ağzınızdan çıkanı, kulağınızla iyi dinlemelisiniz ki kışkırtılmak için bahane arayan meczupları tahrik etmeyesiniz.
Ve bütün bu tiyatronun zirvesi, Diyanet’in, bu hutbedeki fikirleri eleştiren Ankara Barosu yöneticilerini savcılığa şikayet etmesiydi.
Hem de "halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama, nefret ve ayırımcılık ve hakaret" suçlamasıyla!
Savcılık da ikiletmedi tabii, hem resen açtı soruşturmayı, hem de şikayeti kayda aldı.
Klerikalizm işte böyle bir şey!
İmamın yaptığını, sen yaparsan hapsi boylarsın!
Savcılığa şunları sormak isterim aslında. Belki bir açıklama yaparlar, ben de sizlerle paylaşırım.
1 – Anayasal olarak diledikleri gibi yaşama hakkına sahip olan vatandaşlarımıza, aklımıza gelen her şeyi din gerekçesiyle de olsa söylemek, hukuken mümkün müdür?
2 – Vatandaşların Anayasa ile teminat altında olan bireysel özgürlüklerini kullanma haklarını korumak, bununla ilgili Anayasa, kanun, mahkeme kararının filan uygulanmasını sağlamak savcılığın ilgi alanı içinde midir?
3 – Halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunun oluşması için "yakın ve görünür tehlike" aranıyor diye hatırlıyorum. Hangisi yakın tehlikedir: "Din elden gidiyor" diye LGBTİ+ bireylere yönelik tehditler mi, Ankara Barosu’nun, Diyanet İşleri Başkanı’nı eleştirmesi mi?
* * *
Bodrum’un yarım kalan hastanesi
Dün yandaş medyaya servis edilmiş fotoğrafı gördünüz mü, bilmiyorum.
Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla, ihalesiz olarak yaptırılan 1000 yataklı pandemi hastanesinin çatısının kapandığını gösteren bir fotoğraftı.
İstanbul’da böyle iki ayrı hastane yapılıyor ve ikisine de hiç ihtiyaç yok aslında.
Devlet ve özel üniversitelerin hastanelerinin yanı sıra dev şehir hastaneleri var. Kentin içinde irili ufaklı devlet hastaneleri halen hizmet veriyor. Özel hastaneleri de ekleyin, neresinden baksanız 50’den fazla hastane var.
Ve Sağlık Bakanı da açıkladı ki İstanbul’da yatak sıkıntısı hiç yok.
Yaz geliyor ve Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarına bakılırsa bayramdan sonra yollar da açılacak, insanlar yazlıklarına gidebilecekler.
Tehlike bu noktada aslında.
Bodrum’un kış nüfusu ile yaz nüfusu arasındaki fark orta büyüklükte bir Anadolu kenti kadar ve Bodrum’da devlet hastanesi inşaatı yarım olarak yıllardır bekliyor.
Aynı şekilde Marmaris, Fethiye gibi yörelerde de yaz nüfusu, kış nüfusunun üç dört katına çıkıyor ve ciddi bir hastane sorunu var.
Buna bir de salgının atak yapma olasılığını eklerseniz, durumun ne kadar vahim olduğu ortaya çıkar.
Seyahat serbestisi başlamadan bu konuda bir planlama yapılması gerekiyor.