13 Haziran 2020

Her şey Tristan o kılıcı saplayınca değişti!

Bin yıl önce, insanların ateş başında biraz heyecan, biraz korkuyla gecenin bitmesini beklerlerken dinledikleri bir masaldan akıllarında kalan bir imge, bin yıl sonra Berrak Hanım’ın İstanbul’da Youtube kanalındaki söyleşisinde baş gösterebiliyor

Berrak Tüzünataç, "evliliğe sıcak bakmadığını" açıkladı.

Erkek arkadaşı bu bakış açısına ne der, ne düşünür elbette bilmiyorum. Magazin basınımızda haber takibi yok, bir telefon açıp sorabilirlerdi oysa.

Biz de öğrenirdik, delikanlı sevinçten havalara mı uçmuş, kahrolup kendisini şişelere mi vurmuş?

Şunu söyleyeyim, Berrak Hanım’ın, izleyebildiğim kadarıyla öyle "laf olsun, magazin sayfaları dolsun" diye konuşacak bir tip olmadığını düşünüyorum. Aklı başında bir genç kadın izlenimi uyandırıyor bende.

Evliliğe bakışını arkadaşlarıyla yaptığı bir Youtube sohbetinde şöyle açıklıyor:

"(Evlilik) bence çok retro, çok romantik bir fikir. Evlilik denince şey gibi geliyor, çocukluğumu anlatan 80’lerdeki dönem dizisi. Çocukluğumu hatırlatan şeyleri seviyorum. Sadece yetişkinliğimde uygulamak zorunda değilim. Evlilik, bir köşede yaşasın gitsin. Heveslisi gitsin evlensin."

Berrak Hanım’ın "romantizm" ile "retro" kelimelerini aynı şeyi tanımlamak için kullanmış olması dikkatimi çekmedi değil.

Ancak bu konuda bir çene yarışına girmeye niyetim yok.

Romantizmin, artık geçmişte kalan bir "şey" olmadığı konusunda sanırım çok taraftar bulabilirim. Berrak Hanım ile eşit şartlarla yürütemeyeceğimiz bir münazaraya girmeyeceğim.

İsviçreli yazar ve düşünür Denis de Rougemont (1906 – 1985) çağdaş batı tipi evliliklerin büyük çoğunluğunun "sevgi" üzerine kurulduğunu yazmıştı.

Anglo Saksonların "romance" diye tanımladıkları duygunun, filmlerde, romanlarda, reklamlarda aşırı kullanımının, insanların evlilik arayışlarında temel saik haline gelmesine yol açtığını düşünüyordu.

"Çağdaş insanlar, hele Amerikalılar, evlilik için romantikliğin dışında bir neden görmemektedirler. İnsanın bir düzine çeşitli nedenle evlendiklerini ya da evlenmesi gerektiğini ve romantikliğin bunlardan sadece biri olduğunu bir an bile düşünmüyorlar" diye yazmıştı.

Rougemont’un şimdi aktaracağım düşüncelerinden hoşlanmayanlar olabilir, baştan uyarayım: Ezberlerinize yönelik bir psikolojik şiddete uğramanız olasılığına ilişkin bir uyarı bu yaptığım!

Şimdi devam edelim:

"Özü gereğince romantiklik – evliliğe ulaşmış olsa bile – evlilikle bağdaşmaz. Çünkü romantiklik engeller, gecikmeler ve hayallerle yaşadığı halde, evliliğin en başta gelen görevi bu engelleri azaltıp, yok etmektir. Romantiklik üzerine kurulan evliliğin akla yakın sonucu boşanmadır; çünkü evlilik romantikliği öldürür. Eğer romantiklik yeniden ortaya çıkarsa, bu sefer o – evliliği yaratan nedenlerle bağdaşmaması yüzünden, evliliği öldürür."

Sanırım Berrak Hanım da "evliliğe sıcak bakmadığını" söylerken, bilinçli ya da bilinçsiz olarak böyle bir duruma işaret ediyor.

Ancak ihmal ettiği şey şu ki, insanlar sadece romantik aşk gerekçesiyle evlenmiyorlar.

Bir erkek ile bir kadını bir araya getiren, el ele uzun bir yol yürümeye yönelten tek şey romantizm değildir.

Bu da varsa tadından yenmez elbette ama sine qua non değildir.

Romantizm kavramı, Fransız gezici şairleri Trubadurların şiirleriyle birlikte, 12. yüzyılda kültürümüzde kendine yer bulmaya başladı.

Deyim yerindeyse, insanlık romantizmi, romantik aşkı 12. yüzyıldan sonra öğrendi.

Trubadorların şiirlerinde tekrarlanıp duran "uzak aşk" kavramı, mesafelerin engellediği aşk anlamına gelir.

Engel varsa aşk sürecektir.

Tristan, Isolde ile ormana kaçıp, tam vuslata erecekleri zaman, kızın namusunu korumak için aralarına kılıcını koymuştu.

O günden beri "engeller", Batılı zihninde aşkın hayatiyetini koruyabilmesinin psikolojik zeminini oluşturdu.

Efsane deyip geçmeyin, görün nelere yol açıyor:

Bin yıl önce, insanların ateş başında biraz heyecan, biraz korkuyla gecenin bitmesini beklerlerken dinledikleri bir masaldan akıllarında kalan bir imge, bin yıl sonra Berrak Hanım’ın İstanbul’da Youtube kanalındaki söyleşisinde baş gösterebiliyor.

* * *

Jun’ichiro Tanizaki, Anahtar isimli romanında, bir yaşlı erkek ile ondan oldukça genç karısı arasındaki ilişki üzerinden savaş sonrasında Japonya’nın geçirmekte olduğu kültürel değişimi anlatıyor. (Çeviren: Can Erkin. Can Yayınları.)

Yirmi yıldan fazla süren bir evlilik ve bu süre içinde karısının vücudunun güzelliğini fark edememiş, onu ilk kez herhangi bir engelle karşılaşmadan görünce şaşkınlığa düşmüş bir erkek, romanın dört kahramanından biri.

İkincisi, kolayca tahmin edebileceğiniz gibi onun karısı. Geleneksel değerlere sıkı sıkıya bağlı olarak yetiştirilmiş, kocasının önünde soyunamayan, aydınlıkta sevişemeyen, çıplak vücudunun kocası tarafından izlenmesinden bile rahatsız olan bir kadın.

Her ikisi de günlük tutuyorlar, içten içe günlüklerinin eşleri tarafından okunmasını da istiyorlar. Hatta gizlice okunduğunun da farkındalar.

Ama bu utanç verici durumu, eşin bile olsa ona ait bir şeyi izin almadan okumayı gururlarına yediremedikleri için sanki okumamış gibi davranmaya devam ediyorlar.

İlginç bir erotizmi de var bunun ama şimdi anlatıp, romanı okumak isteyenlerin tadını kaçırmayacağım.

Kadın olan ki adı İkuko, 8 Ocak tarihli günlüğüne şunu yazmıştır:

"Ben kocamdan yarı yarıya şiddetle nefret eder, yarı yarıya da delice severim."

26 Mart günü de şunu yazacaktır:

"Kocamdan nefret ettiğimi söyledim, ama bir yandan da sarsılmaz bir bağlılıkla onu seviyorum. Burası gerçek. Ona nefretim arttıkça, sevgim de aynı ölçüde artıyor."

Batıdan, doğuya gidince hayat nasıl farklılaşıyor değil mi?

Aslına bakarsanız aşk diye tanımladığımız duygu, sevgilinin, bizim zayıflıklarımıza ve dengesizliklerimize bile hayran olmasıdır.

Aşkın bir "tamamlanma arayışı" olduğunu söyleyen düşünürler için Jun’içiro Tanizaki’nin evli kahramanlarının aşkı hiç de yadırgatıcı olmaz.

Çünkü arkadaşlar, aşk biraz da böyle bir şeydir.

İnsana özgü bütün duygular gibi, birçok yönü vardır, birçok etkenden beslenir, etkilenir.

Onun için ne yaparsanız yapın, evleneceğiniz insan hem doğru insandır hem de yanlış.

Hem hayatınız için mükemmel birisini bulmuşsunuzdur, hem de hayatınızı cehenneme çevirmeye hazır birini.

Çünkü o sizin hayallerinizde yarattığınız aslında hiç var olmayan birisi değil, kanlı–canlı, iyi yönleri olduğu kadar yetersiz yönleri de olabilen gerçek bir insandır, bir hayal değildir.

Size aşık olan kişi de aynı hatayı yapmıştır zaten.

Önemli olan, beklentileriniz, gerçekler ile sınanmaya başladığında uğradığınız hayal kırıklığını rasyonalize edebilme becerinizdir.

Onun için nefretiniz artarken, sevginiz de artabilir, bir yanlış, bir doğruyu götürmez, üniversite sınavı değil çünkü bu.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadınlar neden istediklerini elde edemezler?

Her kadın, hayatını nasıl bir erkekle geçirmek istediğini gayet iyi bilir. Bunun için upuzun bir liste sayabiliriz. Ancak her 100 kadına karşılık 101 erkeğin yaşadığı bu küçük mavi küremizde tüm kriterleri aynı anda karşılayabilecek tek bir erkeğin bile bulunmaması başlıktaki sorunun yanıtı olabilir

Ne kadar suçlusunuz?

Yasunari Kawabata’nın “Uyuyan Güzeller” isimli romanı arzulara ket vurmanın zorluğunu, genç kadınların yaşlı erkeklere “hizmet” verdiği bir ev üzerinden anlatıyor. Kawabata’nın romanını yazarken Lacan okuyup okumadığını bilmiyorum ama Lacan zamanında “İnsanın suçlu olabileceği tek şey arzusundan kaçınmasıdır” demişti. Bir düşünün bakalım, siz ne kadar suçlusunuz?

Yine yakmış yar mektubun ucunu!

İnsanlar birilerini beğendiklerinde artık sosyal medyadan “direkt yürüyorlar.” Oysa flört etmenin, hepsi bir diğerinden heyecanlı bin türlü yolu var ve işin tadını artıran da bu hazırlık aşamaları...

"
"