Toru Okada'yı hatırlamamın nedeni gazetelerin magazin eklerindeki bir haber oldu.
Biraz sonra Toru Okada San'ın kendisiyle tanışmanızı da sağlayacağım. Müzisyen Tohru Okada San ile karıştırmayınız lütfen, onun konumuzla ilgisi yok, şarkılarını da çok seveceğinizi zannetmiyorum.
Haberi gazetelerin magazin eklerinde okuduğumda daha nisan ayı sona ermemişti.
Her gazetenin kendi muhabirinin imzasıyla "özel habermiş gibi" yayımladığı bu haber, "ünlü oyuncular" Demet Özdemir ile Kerem Bürsin'in "yeni bir ilişkiye yelken açtığını" anlatıyordu.
Çiftin arkadaşlıklarının yeni başladığı ve "birbirlerini tanıma aşamasında oldukları" da haberde yer verilen ayrıntılar arasındaydı.
Diğer ayrıntıları vermiyorum, çünkü çiftin daha önce birlikte oldukları ve konuyla hiç ilgisi olmayan insanlar ile ilgili bilgileri kapsıyor.
Haber gördüğünüz gibi bütün magazin klişelerini içeriyor.
Yelken açma var, kahramanların "ünlü" olduklarına özel bir vurgu yapılması var. "Haberi atlamadık, olay çok taze" anlamına gelecek "yeni başladı" ayrıntısı ihmal edilmemiş!
Ve sıkı durun: Meğerse Kerem Bürsin'in, kahve içtiği fincanda büyük bir "D" harfi de varmış ki bu da zaten ikilinin aşkının en önemli kanıtıymış.
Derken efendim, aynı gazeteler, 10 gün sonra, ilk haberi veren sanki kendileri değilmiş gibi yapmayı da başarmışlar.
Kerem Bürsin, sosyal medya hesabında bu kez üzerinde harf yazılı olmayan bir fincan ile görünmüş ve şunu söylemiş: "Şimdi bu fincanın üzerine Ç'den, Z'ye kadar bir harf yazıp, onunla aşk yaşayacağım!"
Niye A, B, C harflerini atlamış, onu bilmiyorum. Belli ki benim merak ettiğimi magazin muhabiri arkadaşlar merak edip, sormamışlar.
Oysa bu üç harfin eksikliğinden de gerekirse daha sonra yalanlanacak bir haber çıkartılabilirdi!
Zaten böyle bir salgın hastalık ortamında "yeni bir ilişkiye yelken açmak" o kadar kolay olmasa gerek.
Haberi ilk okuyan editör bunu kendisine sormuş olsaydı, belki bütün bu gürültüye de gerek kalmayacaktı ama o zaman da sayfalar nasıl dolacaktı?
Toru Okada San'ı hatırlamama neden olan da haberdeki "çift birbirini tanıma aşamasında" bilgisi oldu.
"Bir insanı tanımak için ne kadar bir zaman gerekir" sorusunu kafama sokan saygıdeğer bay Toru Okada!
Toru Okada aslında kanlı canlı bir şahıs değil, kendisi, Haruki Murakami'nin Zemberekkuşu'nun Güncesi romanının "esas oğlanı"!
Toru San, bir avukatlık bürosunda çalışırken işsiz kalıyor ve günlerini çoğunlukla evinde geçirmeye başlıyor.
Fark ettiğiniz gibi isminin sonuna San ekini koyuyorum. Japonlar, birisine ismiyle hitap ederken "saygı eki" kullanılmamasını kabalık kabul ederlermiş, Japon kültürüne saygılı olmak için ben de gerçek kişi olmasa da kendisine San diye hitap ediyorum.
Bu, aralarında yakın ilişki olmayan insanların birbirlerine hitaplarında kullandığı nötr bir saygı eki.
Romanın hemen başında, mutfakta yemek pişirip, işten gelecek karısı Kumiko San'ı beklerken evdeki telefon çalıyor. Ve o güne kadar sesini hiç duymadığı bir kadın, daha telefonu açar açmaz, "bana on dakikanı ayır" diyor.
Toru Okada San, yanlış arandığını düşünüp kadına "kiminle görüşmek istemiştiniz" diye soruyor ve "seninle tabii" yanıtını alıyor.
Kadın on dakika telefonda konuşabilirlerse birbirlerini daha iyi anlayacaklarını söylüyor.
Ve romanın çarkları böylece dönmeye başlıyor.
Devamını anlatacak değilim. Meraklılar Nihal Önol'un çevirisiyle Doğan Kitap'ın yayınladığı Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni zevkle okuyacaklardır. Meraksızlar ise zaten şu anda yazının burasına kadar bile gelememiş olmalılar diye düşündüm.
Romanın sorduğu soru basit: Bir insanı anlayabilmek, onu iyice tanıyabilmek için onunla on dakika konuşmak yeterli midir?
"Yetersizdir" diyenlere benim bir sorum var: "Falancayı gerçekten iyi tanıyorum" cümlesini kurabilmeniz için o insan ile ne kadar süredir iletişim içinde olmalısınız? Altı ay? Bir yıl? Yedi yıl? 10 yıl? Daha az? Daha fazla?
Şurası bir gerçek ki "filancayı gerçekten iyi tanıyorum" cümlesi, bir insanın kurabileceği en iddialı cümlelerden biri olmalı.
Bunu bilir, bunu söylerim: Gerçekten tanıdığınızı düşündüğünüz kişiyi, sadece onun istediği kadar tanıyor olabilirsiniz.
Ne kadarını istiyorsa o kadarını!
İyi dost olduklarını sandığımız insanların günün birinde selamı sabahı kestiklerini çok görmüşüzdür.
Çünkü haklarında bir kanaat sahibi oldukları insanın aslında bambaşka birisi olduğunu görmüşlerdir.
* * *
Eski dostumuz İspanyol gazeteci – filozof Jose Ortega y Gasset bakın "Santillana Markizi'nin Portresi Önünde Düşünceler" başlıklı denemesinde neler yazmış, biraz uzunca bir alıntı yapacağım, ama okumaya değer.
"Kadında bir kendini saklama ve gizleme iç güdüsü vardır: Kadın ruhu, sırtını sanki dış dünyaya dönmüş gibi, içteki tutkulu mayalanmayı saklayarak yaşar. Alçakgönüllü davranışlar, bu içi saklama tutumunun yalnızca simgesel biçimidir. Kadının, erkeğin bakışlarından saklamaya çalıştığı, aslında bedeni değil, erkeğin bedene yönelttiği niyetlere karşı gösterdiği tepkidir.
"Kadın, kamunun önüne çıkmadan önce ne kadar çok hazırlık yapar, ne denli çekici olmaya çalışırsa, kamuyla gerçek kişiliği arasında o denli büyük bir uzaklık yaratmış olur. Kadının, çevresinde yarattığı hayranlık ne oranda artarsa, o kadın tarafından seçilmeyecek erkeklerin sayısı da o ölçüde artar. Ve bu erkekler uzaktan seyirci kalmaya yazgılı olduklarını anlarlar. Bir kadının kendisiyle başkaları arasına koyduğu bütün o lüksten ve zarafetten, bütün o süslenmeler ve mücevherlerden güdülen amaç, kadının, iç benliğini saklama, bu benliği daha gizemli, daha ulaşılmaz, daha erişilmez kılma isteğidir."
Ortega y Gasset bunları yazdıktan sonra da diyor ki "bir kadını gerçekten tanımak istiyorsanız onunla flört etmelisiniz."
* * *
Ve elbette tam da bu noktada Ingrid Bergman'ı hatırladım. Sinema tarihinin en güzel kadınlarından biri bence.
Onu çağdaşı diğer güzel oyunculardan ayıran şey muazzam zekasıydı.
Şöyle demişti bir keresinde:
"Öpüşmek, sözcükler kifayetsiz olduğunda konuşmayı kesmek üzere doğa tarafından tasarlanmış çok hoş bir oyundur."
Tabii insanın karşısında Inga gibi bir kadın dururken konuşmakla vakit kaybetmek istememesinde şaşılacak bir durum yok ama konuşmadan da onu tanıyamazsınız, o sizi tanıyamaz ve hayalini kurduğunuz o ilişki hiç başlayamaz.
İlişkiyi derinleştirecek şey en başında karşılıklı konuşmak, konuşmak, konuşmaktan geçiyor.
İşin sırrı budur.
Bir kadını beğeniyorsanız ve onu hayatınızın içine sokmak istiyorsanız yapmanız gereken şey bıkıp, usanmadan ona olan ilginizi göstermeye devam etmektir.
* * *
Tabii Sünger Bob örneğini de unutmayalım.
Çizgi dizinin bölümlerinden birinde Sünger Bob, Sandy Cheeks'in ilgisini çekebilmek için olmadık şaklabanlıklar yapmış, halter kaldırmaya bile çalışmış ama sonunda şortunu cart diye yırtmıştı!
Kadının / erkeğin ilgisini çekeceğim diye şortu yırtıp, eğlencelik olmaya varacak hareketlerden de kaçınmanızı öneririm.
Ve hep aklınızda tutmalısınız ki "tamam artık onu iyi tanıyorum" cümlesini hiç kurmayın.
İnsan karakteri biraz da Matruşka bebeklerine benzer. İsterseniz lahanaya da benzetebilirsiniz.
Her bebeğin içinden yeni bir bebek çıkar. Her yaprağı soyduğunuzda yeni bir yaprak katmanı, farklı damar yapısıyla karşınızdadır.
Aynı durum karşınızdaki insan için de geçerlidir. Karakterinizin bazen sizin bile farkında olmadığınız yönleri otaya çıktıkça sizinle ilgili düşüncesi de değişecektir.
* * *
Osho'nun şöyle bir sözünü not etmiştim: "Başlangıcı kaçırırsan, sonu asla yakalayamazsın."
Başlangıcı kaçırmak!
Sanıyorum asıl sorun "başlangıçları" doğru yapabilmekte yatıyor.
İlişkinin hemen başında yapılan hatalar. Açık olmamak, olduğundan başka birisiymişsin gibi davranmak vs.
Kadınlar da, erkekler de bunu hep yapıyorlar.
Şu ya da bu nedenle beğendikleri bir insanın dikkatini çekebilmek için, onun hoşuna gideceğini varsaydıkları gibi davranıyorlar.
Kendi kafalarının içinde yarattıkları bir kurt kapanına düşüyorlar.
Esprili insanlardan mı hoşlanıyor? "O halde onu hep güldürmeliyim."
Çalışkan insanlardan mı hoşlanıyor? "Bir süre tembellikten vazgeçsem ne çıkar?"
Sarı saçları mı seviyor? "Saçımı boyarım, olur biter" gibi bir sürü tuzak.
Başlangıç doğru olmayınca, sonu da gelmiyor elbette.
Atasözündeki gibi "Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün" demeyeceğim. Birincisinin, yani göründüğün gibi olmayı başarmanın o kadar kolay olmadığını biliyorum. Önemli olan olduğun gibi görünebilmek.
Ve zaten gerçek aşk da bu değil midir?
"Sahtekâr, iki yüzlü, aptal, bencil, yalancı, zengin, fakir, cahil, entelektüel vs. olsan da seni seviyorum" diyebilecek bir insan bulmak değil midir?