Etiyopya’da 1994 yılında bulunan "Ardipittehus Ramidus" fosili 4 milyon 400 bin yaşında.
İlk atalarımızdan biri olduğu da şu andaki bilgilerimizle kesin. (Yarın sabah bir başka insansı türe ait 5 milyon yıllık fosil bulunur da bildiklerimiz tamamen değişirse, durum da değişir haliyle.)
Ardi, iki ayağı üzerinde dik olarak yürüyebiliyordu, ne bulursa onunla besleniyordu: Değişik bitkiler, meyveler ve et.
Biyolojik antropolog Dr. Helen Fisher, fosilin çene ve diş yapısına bakarak insanlığın bir kişiye âşık olma durumunun o tarihte çoktan başlamış olduğunu söylüyor. Fisher’in iddiasına göre aşk, temel bir çiftleşme güdüsü.
Ama seks güdüsünden de farklı.
"Seks güdüsü sizi, dışarıya partner aramaya çıkartır. Romantik aşk ise çiftleşme enerjinizi yoğunlaştırmanızı sağlar, süreci başlatır" diye anlatıyor.
"Aşk, dünya üzerindeki en güçlü beyin sistemlerinden biridir" diyor.
Dr. Fisher, hayvanlar üzerine yapılmış araştırmalardan da söz ediyor.
İnsanların âşık oldukları vakit beyinlerinde meydana gelen kimyasal reaksiyonların, hayvanlarda da benzer şekilde gerçekleştiğinin saptandığını söylüyor ve buradan çıkarak aşkın insanlık tarihinden bile eski olduğunu söylüyor.
Çünkü bugünkü insanın atası diye tanımlanan canlılar ortaya çıkmadan önce de başka canlılar vardı ve onlar da bir beyne sahiptiler. Bunu söyleyen ilk ve tek bilim insanı Helen Fisher değil.
Aşkın, beyinde bazı kimyasalların salgılanmasında etkin olduğu biliniyor.
Nitekim, prehistoryacı Jean Courtin’in, Fisher’in iddiasına katılmıyor olmasının nedeni de bu.
Courtin, Fisher’in aşk diye tanımladığı şeyin "iç güdü" olduğunu söylüyor.
"Bir varlığı, bir başkasının niteliklerini değerlendirmeye, kendine bir eş seçmeye, onunla zaman geçirmeye karar vermeye iten, gerçekten derin bir duyguya rastlamak için beynin gelişmesini beklemek zorundayız" diye anlatıyor.
Homo Sapiens öncesi insansıların ölülerine özen göstermediklerine, bulunan fosillerin, başka hayvan fosilleriyle bir arada olduğuna dikkat çekiyor.
"Ölülerine ilk özen gösteren Homo Sapiens idi, bu da benzerlerine bağlılık duyduğunu inkar edilemez bir biçimde ortaya koyuyor. Benim inancım, aşk denen duygunun, ölülere önem verilmesiyle, estetik ve süsleme duygusuyla el ele gittiğidir" diyor.
Bu durumda aşkın kaba bir yaşını çıkarmak da mümkün olabiliyor tabii.
Afrika ve Yakın Doğu’da 100 bin yıl, Avrupa kıtasında ise 35 bin yıl önce!
Farklı sonuçlara varan bu iki bilim insanının çıktığı yer aynı ama: Aşk, beynimizle ilgili bir durum.
Bu nedenle benim de aklıma hep aynı şey takılıyor: Neden "aşk" denince gözümüzün önünde kırmızı küçük kalpçikler uçuşuyor?
Son üç - dört gündür bu küçük kırmızı kalplerin saldırısı altındayız.
Sevgililer Günü’nde yer gök neden kırmızı kalplerle donatılıyor da beyin ihmal ediliyor?
Herhalde bunun sebebi insanın âşık olunca kalbinin hızla çarpması, nabzının yükselmesi filan olmalı.
Aşık olduğumuzda kalp kendi varlığını hissettirmek için o kadar çabalıyor, deyim yerindeyse o kadar "reklam" yapıyor ki aşık olmamızı sağlayan esas organın önüne geçiyor.
Sesi yüksek çıkan bir kez daha olayın hakimiymiş gibi davranabiliyor.
Gerçi işin ticari yönü de önemli.
Bir an için kalbin gürültüsüne pabuç bırakmadığımızı ve beynimizin asıl aşk organımız olduğunu herkesin tartışmasız kabul ettiğini düşünün.
Sevgililer gününde üzerimize boca edilecek milyonlarca gri renkli küçük beyin çizimleri gözünüzün önüne geliyor mu?
Yok, küçük kırmızı kalpler daha iyi, hiç olmazsa insanın içine neşe veriyor.
Kim küçük gri bir beyin görünce koşturup sevgilisine bir çiçek almak ister ki?