Yuval Noah Harari’nin en azından bir kitabını okumayana iyi gözle bakmadıklarını bildiğim için Sapiens’i okumuşluğum var.
21. Yüzyıl İçin 21 Ders’te “ayrılık yası tutanlar için” bir şarkı listesi verdiğini de Ertuğrul Özkök’ten öğrendim.
Beş şarkı öneriyor:
1 – Nilüfer – Boş vermişim dünyaya.
2 – Esmeray – Unutama beni.
3 – Sezen Aksu – Geri dön.
4 – Gülden Karaböcek – Sürünüyorum ve Neşe Karaböcek – Kemancı.
5 – Ajda Pekkan – Bambaşka biri.
Bu beşinci şarkıya mim koyun, sonra ona da döneceğiz.
Yuval Bey’in bu şarkıları bilmediğini, dinlemiş olsa bile sözlerini anlamamış olduğunu tahmin etmek zor değil.
Çünkü kitapları hangi ülkeye çevriliyorsa, kitabın baskısında o ülkeye uygun değişiklikler yapılıyor, bunu biliyoruz.
Burada da listeyi kim yaptı bilmiyorum ancak doğal şüpheli yayınevinin editörü olmalı ki 4’üncü sırada ayıp ettiğini söyleyebilirim.
Karaböcek kardeşlerden biri yeterli olurdu.
İkisinin birden, sözleri son derece bu manalı şarkılarla aynı sıraya yerleştirilmesi yakışık almıyor diye düşündüm.
İki kız kardeş kısa süre arayla aynı erkekle evlenmişler ve bu nedenle de uzun süre magazin basınında baş rolde olmuşlardı.
Oysa ikisi de küçük yaştan itibaren iyi şarkıcılar olarak yetiştirilmişler, ciddi hocalardan ders almışlardı ve özel hayatları şarkıcılıklarının önüne geçmemeliydi.
Ama toplumlar böyle dedikodulardan fazlasıyla hoşlanıyorlar, yapacak bir şey yok.
Biten bir aşkın ardından acı çekmek, bana soracak olursanız en azından aşkın kendisi kadar heyecan verici ve güzel bir duygudur.
Bu güzel bir duygu olmasaydı, şu yukarıda sıralanmış şarkılar, içinizde tatlı kıpırdanmalar yaratabilir miydi?
Ve “ben aşk bitince şahane aşk acısı çekerim” diye o kadar da böbürlenmeyin, bu herkesin başarabileceği bir şey.
Çünkü arkadaşlar, beynimiz üzerine yapılan çalışmalar gösteriyor ki aşk acısı dediğimiz şey esasen “yoksunluk” durumuna beynimizin verdiği bir tepkiden başka bir şey değil.
Her şey, madde bağımlılığı dediğimiz olayın cereyan ettiği yerde olup bitiyor.
“Madde bağımlılığı” derken sadece uyuşturucu ya da uyarıcılardan söz etmediğimi bilmenizi isterim.
Kahve içmeden afyonu patlamayanlar, beş bardak çayı yuvarlamadan oh demeyenler, o gün spor yapmadıkları için bütün günü vicdan azapları içinde geçirenler de bu takımın oyuncusu olduklarını bilsinler.
Tatlı yemezse kriz geçirenleri, gece uyanınca buzdolabının kapağını açmadan duramayanları da unutmayalım.
Her gün bisikletle 50 – 60 kilometre kan ter içinde koşturanların elinden bisikletlerini alın, bakın bakalım ne hale geliyorlar.
“Bir gecede saçları ağardı” derseniz hiç şaşırmam.
Aşık olduğumuzda beynimiz nasıl bir takım kimyasallar salgılıyor ve o salgılar bizi mutlu ediyorsa, aşk bitince beynimiz bu kez tiryakisi olduğu o salgıları arar hale geliyor.
Bu durumlara düşüyoruz diye suçlayacak kimseyi etrafınızda aramayın sakın.
Aslında insanoğlu ne yaptıysa kendisine yaptı.
Bir kadın ile erkeğin yaşadığı o heyecanlı şeyi “aşk” diye isimlendirip, yüceltmeseydi kuşkusuz ki yönelimlerimize göre bir insana yine bağlanabilirdik ancak bu o kadar yüceltilmeyen bir duygu olduğundan bittiği zaman da canımız o kadar yanmazdı.
Romantik aşk kavramı, Fransız gezici şairleri Trubadurların şiirleriyle birlikte, 12’nci yüzyılda kültürümüzde kendine yer bulmaya başladı.
Deyim yerindeyse, insanlık romantizmi, romantik aşkı 12’nci yüzyıldan sonra öğrendi.
Kendim ettim, kendim buldum dünyası yani!
Aşk bir bağımlılık hali olduğu için, onun bitmesi de yoksunluk hali yaratır dedik.
Onun için tedavisi de yoksunluk tedavisine benzer olmalı.
Yani tedavi olmayı önce siz isteyeceksiniz.
Bunun yolu da meyhanelerde, barlarda kendini içkiye vurmak ya da çiviyi sökecek başka bir çivi bulmak için koşuşturmak değildir.
Önce şu şarkıyı söylemeye başlayacaksınız:
“Aşkınla yana yana, kül olsa da ocağım / Bu gönül sayfasını artık kapatacağım.”
***
Türkler şair bir millettir; buna Devlet Bahçeli filan kızabilir tabii ama işin gerçeği budur.
Kimden duydum şimdi hatırlamıyorum ama vaktiyle Aziz Nesin şöyle demiş: Her üç Türk’ten dördü şairdir! (Evet, doğru okudunuz, tashih yok!)
Yıllar önce Oya diye haftalık bir kadın dergisi yayınlamıştım. Sloganı da çok havalıydı: Oya – Okunur doya doya!
Gülmeyin, o yıllarda böyle tekerlemeler reklam aleminde iş yapıyordu. Haftada 120 – 130 bin dergi satıyorduk, boru değil yani.
Her neyse, okuyucu ile interaktif ilişki kuracağız diye bir de şiir köşemiz vardı; Mecidiyeköy postanesinin müvezzilerini çıldırtan bir köşe!
Mektuplar her gün çuvalla gelirdi, öylesine!
Ortalama bir Türk, kadın ya da erkek fark etmez, aşık olma sürecinde haftada ortalama 8 şiir yazar.
Bu rakamı nereden buldun diye sormayın, “kişisel gözlemlerimin ortalamasını aldım” desem inanacak mısınız yani?
Bekir’in her söylediği rakama inanıyorsunuz da bana niye inanmıyorsunuz?
Aşk, aşık olma sürecinde şair kesilen bir Türkü normalleştiren tek eylemdir: Aşık olunca şiir yazmayı bırakır!
Ayrılık sonrası da şiir ilhamlarının sağanak yağmurlar gibi üzerimize boşaldığına tanık oluruz.
Nitekim gerçek anlamda ilk aşk şiirimi tam olarak hatırlıyorum.
“Yelleri yalım esen çölde / deve dikeninin / kavruk yeşili gözlerine / vurgunum Kürdün gelini!”
Gördüğünüz gibi yetenek sıfır; ilk üç satırı Yaşar Kemal’in İnce Memed romanındaki bir paragrafın özeti. Son mısra Ahmed Arif’ten çalıntı.
Şiir yeteneğimin olmadığını yüzüme ilk kez kim vurdu, hatırlamıyorum ama ondan sonra bu işi Türk Sanat Müziği güftelerine bıraktım.
Hissettiklerimi o şarkılar sayesinde zihnimde bir düzene sokabildim, kendime yeni bir gerçeklik inşa etmeyi başardım, yaşadıklarımı idealize edebildim.
Onun için şimdi şunu söyleyebiliyorum: Aşk acısının tek ilacı da bir kadeh rakı eşliğinde dinlenecek alaturka şarkılardır.
Filmlerdeki gibi bir gecede saçlarınız beyazlaşmaz elbette.
Ama iyidir.
Ölmek isteyeceğin kadar acı çektiğin bir anda imdadına yetişir.
Onunla da olamayacağını düşünürsün, onsuz olursan artık bir daha hiç nefes alamayacağını da!
Zor bir durumdur, ama alaturka şarkılar yardım eder, biraz gözlerin nemlenir, utanmazsan ağlayabilirsin de.
Ne yaparsan yap, beyninin içinde bunu çözemezsin ama şarkılar söyler, en yakın arkadaşlarına bile anlatamayacağın duygularını yüksek sesle bağırabilirsin.
Mesela benim şarkım, İrfan Özbakır’ın mahur şarkısıdır: “Şarkımı senin için yazdığımı bilseydin, dünyanın bir ucundan kalkıp bana gelseydin.”
Gelmezler.
***
Gelelim, yazının başında “mim koyduğumuz” şarkıya!
Türkçe pop dinleyip de bu şarkıyı bilmiyorum diyeni döverler.
Fikret Şeneş’in “I will survive” isimli şarkıya yazdığı Türkçe sözler ile Ajda Pekkan söylüyor.
Kişisel gözlemim şu ki bu şarkı Türk kadınlarının sanki milli marşı gibi.
Şarkıya genellikle kadınlar eşlik ediyor, “gay milli marşı” olduğu da söylenir ama nedenini bildiğimi söyleyemem.
Bu şarkının sihri bence şu satırda: Geçmişi senden geri almak bütün ümidimdi!
Terk edilen aşıkların hedefi yani!
Bu mümkün olabilir mi, biten bir aşk ilişkisinin ardından insan bütün geçmişini geri alıp, sanki o geçmiş hiç yaşanmamış gibi yapabilir mi diye kafama takıldı.
Cher’in de bir şarkısı var, o boğuk sesine ve şahsiyet fışkıran yüzüne hayran olduğum için sık sık dinlerim: Do you believe in life after love? (Aşktan sonra yaşama inanıyor musun?)
O şarkıda da kadın çekip giden bir sevgilinin ardından benzer sözler söylüyor, “Güçlüyüm, bunu yeneceğim” filan!
Bir şey bu kadar çok söyleniyorsa bilin ki yapılması, söylendiği kadar kolay değildir!
Gece vakti mezarlığın yanından geçerken ay ışığının, rüzgârda sallanan ağaç dallarında yarattığı yanılsamalardan kaynaklanacak korkuyu yenmek için ıslık çalmak gibi yani.
Albertine Sarrazin’in, kendi yaşam öyküsünden yola çıktığı “Aşık Kemiği” romanının kadın kahramanı Anne, kendisi gibi bir kanun kaçağı olan sevgilisi Julien’e, geçmişi unutmaktan daha kolay olan şeyin o geçmişi hatırlatan kişiyi öldürmek olduğunu söylüyordu.
Elbette bunu romanda bile yapamıyordu, romanlarda yazmanın, gerçek hayatta yapmaktan daha kolay olduğunu bildiği halde.
Bir de şöyle bir durum var tabii: Sanki bazı aşklar yarım kalmasa, hiçbir şarkının da tadı olmayacakmış gibi de görünüyor.
Yaşanılan aşkın bitişine olan isyanı dile getiren bunca şarkı olduğuna ve bu şarkılar dillerden hiç düşmediğine göre!
Bunlar genellikle “giden”i suçlayan, “kalan”ın geride bırakılmış olmaktan kaynaklanan acısını hafifletmeye yönelik şarkılar.
Ama her zaman unuttuğumuz bir şey de var bu bakış açısında: Bırakan kim? Kalan mı, yoksa giden mi? Giden neden gitti? Bunda geride kaldığını düşünenin payı nedir? Sanıyorum, biten bir aşk ilişkisinin ardından herkes şu soruyu kendi kendisine sormuştur: Bir daha âşık olabilir miyim?
“Geçmişi geri almak” denilen şey de bu olmalı zaten.
Bir zaman makinesine girip geriye gidemeyeceğimize göre, ancak yeni bir aşk geçmişi geri getirebilir.
Roland Barthes, bir Buda öyküsü anlatıyor: “Usta, öğrencinin başını uzun zaman suyun altında tutar; yavaş yavaş su kabarcıkları seyrekleşir; son anda usta öğrenciyi çıkarıp yeniden canlandırır: Gerçeği, havayı istediğin gibi istediğin zaman, işte o zaman bileceksin onun ne olduğunu!”
Biten bir aşkın ardından kendisini boğulacakmış gibi hisseden “âşık”, tıpkı bu öyküdeki gibi gerçeği yeniden nefes alıp vermeye başladığı zaman anlar.
Yeniden nefes alıp vermeye başlamak, hayata dönmek, yeniden âşık olmaktır bu.
Geçmişin geri alınamayacağını ileriye bakmak gerektiğini artık bildiğimize göre belki “geçmişi unutmaktan” söz edebiliriz.
Yarım kalmış bir aşkın acısı sizinle birlikte yaşayacaktır. Zamanla azalabilir bu acı kuşkusuz. İnsan nelere alışmıyor ki buna da alışamasın?
Ama esen bir rüzgârın getirdiği bir kokuda, yağmurun cama vururken çıkardığı seste, bir kadının uçuşan eteğinde, bir şiirde, bir şarkıda, hayatınızda karşılaşabileceğiniz hemen her şeyde o eski aşkı hatırlatacak bir şeyler vardır.
Bunu unutamazsınız, unutmaya çalıştıkça bir yerlerden karşınıza çıkar durur.
Onun için bunun da tadını çıkarmak gerekir diye düşünüyorum.
Nietzche şöyle diyor: “Ve sadece mezarların bulunduğu yerlerde yeniden doğuşlar vardır.”
Eski aşkını kafanın içinde toprağa vereceksin ki yeniden aşık olabilesin.
Behçet Necatigil’e kulak verelim:
“Daralan gecede
Boş yere aramak sevinci
Beraberken acı yan
Ayrılınca neden böyle çekici.”
***
Ve geldik programımızın “kişisel gelişim” bölümüne; yani yazının başlığına!
Son yıllarda kişisel gelişim kitapları okumak filan moda oldu.
En çok satılan kitaplar listesine bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Arnavutköy ile Bebek arasında yürüdüğünüz zaman saatte 10 yaşam koçu, 4 kişisel gelişim gurusu ve 1 sıradan normal insana rastlayabiliyorsunuz.
Ve bunların hepsi o bir tek kişiye hizmet için hazır!
Evet, bu rakamlar da kişisel gözlemlerimin bir ortalaması; sizi nasıl inandıracağımı şaşırdım ben de!
Sosyal medyadaki profillere filan bakıyorum, hepsi okumuş kızlar ama nedense son anda fikir değiştirip ya yaşam koçu olmuşlar ya da kişisel gelişim danışmanı.
Ebeveynlerinin onları kolejlerde, Amerikalarda okutmak için harcadığı onca parayı düşünüyorum, halime şükrediyorum.
Yanlış anlaşılmasın, böyle meslekleri ciddiye almıyor değilim ama son zamanlarda bir enflasyon olduğunu da kabul edin lütfen.
Bunları yazıyorum diye Ulusal Yaşam Koçları Birliği ya da Kişisel Gelişim Danışmanları Sendikaları Federasyonu’nun hışmına uğramak istemem doğal olarak.
Yazının başlığını böyle kişisel gelişim kitapları havasında koydum ki aşk acısı çekenlere de bir hizmetim olsun.
Ve bu 50 yoldan en çok işe yarayacak bir tanesini söylüyorum: “Tuttu fırlattı kalbimi, ezdi üstünü çiğnedi / Zamanla geçer dedi, zamanla, zamanla!”