Çocukken yaramazlık yaptığımızı büyüklerimizin sesinden, gözünden anlardık. Bazen sert bakışlarından, bazen ensemize inen bir tokattan bazen aldığımız bir cezadan. Yaptığımız şeyin yaramazlık değil de bir kabahat olduğunu yine o bakışlar, sözler, ceza ya da şamar sayesinde anlardık. Aynı yaramazlığı yapacak olduğumuzda aklımıza aldığımız ceza, kınayan bakış ya da tembih gelirdi. Ya hayal kırıklığına uğratma, üzme ya da cezalandırılma ihtimali bizi durdururdu. Tabii büyüklerimizin hepsi aynı tavrı gösteriyor ise. Birinden birisi yaptığımız şeye ufak bir gülüş attıysa veya “üstüne gitme” “uzatma” dediyse aynı şeyi bir daha bir daha yapma şansımız olduğunu bilirdik. O cam kırılır, o elbise kirletilir, o top kaçırılır, o saç çekilir, o kavga edilirdi. Bütün çocuklar için bildiğim kadarıyla hâlâ durum böyle. Anne ya da baba yapılan herhangi bir yaramazlık ya da yersiz istek karşısında yumuşak karın oluyorsa orada sıkıntı başlıyor.
Yaş ilerledikçe anne-babanın yerini okul, öğretmen, patron ve devlet alıyor. Yaramazlıkların yerini de kabahatler, suçlar ve yasalar… Ve en önemlisi politik iklim. Biri size parmak sallamıyorsa, biri sizi ayıplamıyor ve işlediğiniz suçun bedelini ödemiyorsanız, toplumsal statünüze ilişkin hiçbir kaygınız yoksa yani yaptığınızın yanınıza kâr kalacağını düşünüyorsanız, istediğiniz gibi hareket ve hakaret etmekte sakınca görmezsiniz. Yaramazlık yerini kabahate bırakmıştır ama o kabahatin hesabını soracak kimse yoksa, aksine sırtınızın sıvazlanma ihtimali bile varsa içinizdeki canavarı neden rahat bırakmayasınız.
Tıpkı Kadıköy’deki Surp Takavor Kilisesi’nin duvarına çıkan üç kişi gibi. Sosyal medyada herkes biri oturup ikisi oynayan üç kişiyi konuşuyor. Muhalefetinden iktidarına herkes bu davranışı kınıyor. Kimi “Kadıköy’de içiyorlar ondan oluyor” diyor, kimi “Bunlar Kadıköylü değil ondan”, kimi “yaşam tarzımıza karışmayın diyenlerin saygısızlığı” diyor. Kimi “provokasyon”.
Asıl mesele o üç insanı oraya kimin çıkardığı… O üç insana bir ibadethanenin duvarına çıkıp oynama cesaretini kimin verdiği… Yani aslında o kilisenin duvarında ellerini kaldırıp oynayan kim?
Doğrudur içki insanı bir parça cesaretlendirir, kendini unutturur. Fakat bilinçaltı dediğimiz şey sandığınız kadar masum değildir. Yani içkinin şişede durduğu gibi durmamasının sebebi sizin fizyolojik haliniz, dayanıksızlığını değil; mazur görülebileceğini bilmenizdir. O üç kişi ifadelerinde muhtemelen “Ne yaptığımızı bilmiyoruz” diyecekler ama hepimiz orada kilise değil de cami olsaydı duvarına çıkıp oynamayacaklarını bileceğiz.
Bir caminden şarkı çalındı diye infial yaşanan ülkede kilisenin duvarına çıkıp oynama cesareti içkiden değil daha büyük bir güçten alınır. O gücün adı politik iklimdir.
O üç kişi bir ibadethanenin duvarına çıkıp oynama hadsizliğini ve cesaretini içkiden değil; başka inançları, dilleri küçümsemeyi, yok saymayı, hor görmeyi öğütleyen ve örgütleyen anlayıştan alıyor.
Alevilerin kapısı işaretlendiğinde ses çıkarmayanlar sayesinde tırmandılar o duvara.
Kürt için “terörist” Ermeni için “affedersiniz” diyenlerden güç aldılar.
Temel hak ihlallerine “ama” ile başlayan cümleler kurup, inancın politik bir malzeme haline getirilmesine ses çıkarmayanlar o duvarı çıkılabilir hale getirdi.
Gericilikle savaşmayı değil, oy toplamayı tercih edenler o duvarında üstünde tepinmeyi sağladı.
Herhangi bir haksızlığı, şiddeti çeşitli gerekçelerle makul görmeye başladığınızda maruz kalmanız an meselesidir.
İmam cemaat sözünü tekrar hatırlatmaya gerek yok.
Evet şimdi herkes kınıyor. Evet büyük hadsizlik. Suç, ayıp, hatta günah… Fakat o duvarda aslında kim oynuyor?