Barış sürecine “bedenini koyduğunu” söyleyen Başbakan, iki yıl önceki depremden sonra bu kışı da soğukta evsiz geçirmemek için “hayatlarını ortaya koyarak” aylardır devletten çığlık çığlığa yardım isteyen Vanlı ailelerin memleketindeydi hafta sonu.
Başbakanı olduğu ülkede bunca zamandır soğukta evsiz yaşamak zorunda bırakılan ailelerin isyanıyla yüzleşmenin mahcubiyeti ve gerginliği yerine, gerçeklerle yüzleşmeye bu kadar yakınken bile her zamanki “küçük dağları ben yarattım” tavrıyla toplu açılış töreninde yine oldukça rahat, kendine güvenli ve gerçeklerden uzaktı Başbakan.
Gittiği şehrin bir yerinde, bunca zamandır yalnız ve çaresiz bırakılan, devletten yardım görmek için hayatlarından vazgeçmeyi göze alan insanların her şeye rağmen soğuktan titreyerek iki dudağının arasına baktıkları Başbakan’ın “umursamazlığı” da üzerindeydi yine.
Sanki o şehirde ölüm orucuna yatan insanlar yokmuş gibi, sanki orada soğuktan ölmemek için ilgisizlikten ölmeyi göze alan insanlar yokmuş gibi Van’a yapılan hizmetlerden ve hiçbir Vanlı’yı yalnız bırakmadıklarından bahsetti, “Ak belediyecilik Van’a yakışır” dedi ve “Bunu görmek istiyorum” diye buyurdu.
Dereler konusunda gösterdiği hassasiyeti ölüm orucuna yatan ailelere gösterme gereği duymadı. Ne o ailelere bir ziyarette bulunup dertlerini dinlemek aklına geldi, ne oralara kadar gitmişken bu utanç vermesi gereken meseleyi artık çözmek.
O şehirde elektriksiz, susuz, gazsız, parasız, bebekleri hasta insanlar yokmuş gibi davranmayı tercih etti. O şehirden, kendisinden ufacık bir söz, azıcık bir ilgi bekleyen insanlar yokmuş gibi geçti gitti Başbakan.
Son zamanlarda gerçeklerle ilişkisi iyice kopma noktasına gelen birinden, onlarca insanın hayatının söz konusu olduğu bir konuda esaslı ve insani bir çözüm beklemek pek akla yatkın değildi zaten.
Depremden sonra şehre beş milyar liralık yatırım yaptıklarını söyleyen Başbakan bu dolu dolu söylediği rakamın ne kadarının ölümü bekleyen Vanlı ailelerin yararına kullanılacağı konusuna girmedi tabii ki ama bu hizmet böbürlenmesi faslını geçtikten sonra her zamanki gibi çok zorluklar çektiğini iddia ettiği yıllara şöyle bir geri dönüp, konuyu etinden sütünden sadece kendisinin faydalanmak istediği barış sürecine getirdi.
Başbakan süreçle ilgili konuşurken insanları öldürebilen tek şeyin silah olmadığı aklının bir köşesinde miydi bilinmez fakat ölüm orucuna yatan depremzedelere karşı ilgisizliğinin ve tüm imkanlar elindeyken yaşanan dramı sonlandırmaktan ısrarla uzak durmasının kendi insanlarına, “Bakın savaşta ölmüyorsunuz, gerisine de ben karışmam, ne haliniz varsa görün” mesajını vermekten başka bir işe yaradığını sanmıyorum.
Silahların susmasının yarattığı sessizlikte dahi “ölüyoruz” diye haykıran insanların sesini duymazdan gelen birinden barış kahramanı yaratma gayreti uzun yıllar akıllarda kalacak kadar takdire değer fakat o “kahramanın” insan hayatına karşı gösterdiği bu umursamazlık barış hayallerinden çok şey götürüyor.
Binaları, yolları, havaalanlarını, AVM’leri, seçimde alınacak oyları kutsayıp yücelten, insanları hor görüp umursamayan bu anlayıştan barış çıkmıyor, insansız barış olmuyor çünkü, “bir elli lira kazansak bir hafta geçiniriz” diyen çaresiz yoksullara arkasını dönenler barış için gerekli cesur adımları da atamıyor.
Yollar insanları doyurmuyor, barış müzakereleri AVM’lerde yapılmıyor.
Barış süreci tıkanıyor, “Ak belediyeciliğin” yakışacağı Van’da insanlar geceleri titreşerek hasta bebeklerine verecekleri sıcak bir süt arıyor.
Başbakanın ve adamlarının görmek istemediği, yok saydığı, aldırmadığı gerçek bu Van’da.
Üstelik kış geliyor.
Silahlar sustu ama soğuk bu yıl da devam ediyor.
Ve insanlar soğuktan da ölebiliyorlar.
Bir gece, sadece bir gece, başbakanı, danışmanlarını, medyadaki yardakçılarını alıp, Van’da ölüm orucuna yatan o insanların kaldığı karanlık ve soğuk konteynerlere koyabilmek isterdim.
Her türlü eleştiriyi utanmazca “darbecilikle” eşdeğer görenlerin sadece bir gece o karavanlarda titremesini, açlıktan ağlayan bebeklerin seslerini dinlemesini, kadınların ağıtlarını duymasını isterdim.
Onlar titrerken onlara “çılgın projeleri” anlatırdım.
Belki o zaman anlarlardı yoksulluğun, unutulmuşluğun, aldırmazlığın, çaresizliğin ne olduğunu.
İnsanın ve insanlığın ne olduğunu anlarlardı.
O unuttukları insanı, insanlığı belki hatırlarlardı.