Yolsuzluk operasyonlarına, manidar bir zamanlamayla ve bir anlamda itiraf kabul edilebilecek bir tavırla, tüm yargıyı Adalet Bakanı Bekir Bozdağ üzerinden kendisine bağlama hamlesiyle karşılık vermeye çalışan Başbakan, aralık ayı sonunda gittiği Sakarya Üniversitesi’nde bu hayalini açık açık dile getirmişti.
“Soruyorum… Peki bu HSYK’yı kim yargılayacak?” diye self servis bir soruyla konuyu açmış, dinleyenler arasından gelen çekingen bir “Siz!” işaretiyle vücudunu, “benim gibi bir adamın bu imtiyazdan mahrum olması beklenemez herhalde” duruşuna getirip, “Öyle bir yetkim olsa anında yargılayacağım” diye coşmuştu.
Varmış bir bildiği…
Başbakan’ın, bir devleti temelinden yıkacak bu hayalini gerçekleştirmesi için geçtiğimiz haftadan beri uçan vekiller, uçan tekmeler, uçan ipadler, dudak uçuklatan ihanetler, gitgide normalleşen sürprizler arasında bir mücadele izliyoruz.
Son gelişmelere bakarsak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün geç kalmış ve cılız telkinlerine rağmen hükümet HSYK krizinde Başbakan’ın hayallerini onurlandıracak bir kazanım sağladı.
HSYK’nın 1 No’lu Dairesi’nin üyeleri kaşla göz arasında değiştirildi. HSYK’nın 1 No’lu dairesi, hakim ve savcı atama ve görevden alma yetkisine sahip. Yani yasa ya da Anayasa değişikliği beklenmeden yapılan bu değişiklik sayesinde bir anlamda o yetki artık “öyle bir yetkim olsa…” diye iç geçiren Başbakan’a ait.
Görevden alınan üyeler meşhur HSYK bildirisine imza atan, yerlerine göreve getirilenler ise o bildiriye imza atmayan isimler.
Sanırım hükümetin HSYK düzenlemesiyle ilgili bundan sonraki stratejisi, yasa ya da Anayasa değişikliği beklemeden, kafasına göre, işine yarayacağı gibi yargının üstüne yürümek olacak.
Zaten bu değişikliğin hemen ardından “yolsuzluk” soruşturması yapan bütün savcılar hallaç pamuğu gibi atıldı, her biri bir başka diyara sürüldü.
Fakat savcıların üstüne amansızca saldıran hükümet, komisyonda HSYK ile ilgili yapılacak değişikliklerin görüşülmesi devam ederken bu şahinliğinden hiç beklenmeyen şekilde bir anda muhalefet partileriyle bir anlaşma zemini aradığını gösteren bir teklif yaptı.
Her ne kadar sürprizler normalleşse de işte bu beklenmedik bir gelişmeydi.
Hem bir zamanların lav silahları gibi ülkenin her yerinden fışkıran yeni yolsuzluk dosyalarının önünü kesmek, hem de “Ne istediler de vermedik şimdiye kadar” diye sitem ettiği cemaatin yargıdaki “payını” elinden almak için tüm gücüyle vurmak üzereyken duraladı Başbakan.
Neden duraladı, neden böyle bir ittifak arama gereği duydu?
Devleti alt üst edeceğinin mi farkına vardı?
Sanmıyorum. Bugüne kadar yaşanan her türlü krizde devleti kolaylıkla gözden çıkarabileceğinin işaretlerini defalarca verdi.
Peki ne oldu?
Çeşitli tahminler sıralanabilir bu konuyla ilgili.
AB’nin günaşırı uyarıları, her ne kadar tabana “AB’ye haddini bildirdim” gibi yansıtılsa da Başbakan’ın bu konuyla ilgili duraksamasında etkili olmuştur belki.
Ya da Cumhurbaşkanı’nın gereğinden fazla mülayim yapısıyla gidişatı toparlamaya çalışması az da olsa bir işe yaramıştır.
Fakat bütün bunlardan daha çarpıcı bir ihtimal var. Başbakan’ın tıpkı ülkesinin kontrolünü elinden kaçırdığı gibi artık partisi üzerinde de eski etkisini kaybetmesinin bu strateji değişikliğinin asıl nedeni olması ihtimali.
Bu değişiklikler komisyondan tekme tokat arasında geçse de Genel Kurul’da Başbakan’ı hiç tahmin etmediği bir sürprizin bekleme olasılığı artık daha yüksek sesle konuşuluyor.
Hatırlayın, Başbakan Japonya’da olduğu sırada Genel Kurul’a katılmayı protesto eden ve sayılarının 35’i bulduğu söylenen vekiller olduğu iddia ediliyordu.
Tam en öldürücü darbeyi indirmek üzereyken herkesin gözü önünde parti içinde ciddi bir tepkiyle karşılaşmak Başbakan için çok can sıkıcı olabilir.
Parti içinde kontrolü yavaş yavaş yitiriyor görüntüsü “sağlam irade”yi ciddi ciddi çizebilir.
Dürüstlüğünü, güvenilirliğini, dostlarını, ortaklıklarını, vizyonunu, tadını kaybeden Başbakan’ın liderliğindeki iktidarın bir de kendi içinde kan kaybı yaşadığı anlaşılırsa ve üstelik bu çatlama herkesin gözü önünde yaşanırsa işler Başbakan için iyice içinden çıkılmaz hale gelebilir.
Muhalefet kendisine aradığı desteği vermeyince stratejileri çöken ama çıktığı yoldan da geri dönemeyen başbakanla partisi yasayı tek başlarına Genel Kurul’a getirdiler ama orada bir tatsızlık yaşamaları söylenenlere göre kuvvetle muhtemel.
Kulağa temenni gibi gelse de bu sadece bir tahmin.
Temenni yanı hiç mi yok? Var tabii.
Böyle bir temenni var çünkü muhalefet partileri Erdoğan için pek bir tehdit oluşturmuyor. Ana muhalefet partisi geçmişinin bedelini ödüyor. Ne AKP’den daha temiz olduğuna, ne daha demokratik olduğuna, ne de hukuka AKP’den daha bağlı olduğuna insanları ikna edemiyor.
MHP ise ıssız bir adada yanına alınmayacak üç şeyden biri. Hatta belki de ilki.
BDP… Aynı Genel Başkanı Selahattin Demirtaş gibi kafası epey karışık. Hem bir şeyler söylemek istiyor hem de barış masasının diğer tarafında oturan Başbakan’ı etkileyecek herhangi bir olumsuz gelişmenin (bu yolsuzluk da olabilir, katliam da olabilir) tüm “kazanımları” kaybettireceğini düşünüyor.
Yolsuzluk operasyonuna “darbe teşebbüsü” teşhisi koyup ardından da “Hükümet kötü yakalandı” demek Demirtaş’ın ve Kürt dünyasının ruh halini açıklıyor zaten.
Bir anlamda muhalefet görevi de olan hukukun da Başbakan’a işlememesi geriye sadece parti içi muhalefet seçeneğini bırakıyor. Başbakan çok ileri gittiğinde onu dizginleyebilecek, bir daha düşünmesini sağlayacak en önemli güç bu.
Üstelik tabana kirli propaganda her zaman kolaylıkla işe yarasa da partililer karşısında bu yöntemler etkili olmaz. Bu da Başbakan’ı belki biraz titretip kendine getirir.
Tüm yaşananların üzerine ülkeyi böldüğü gibi partisini de bölme ihtimali Başbakan’ı biraz düşündürebilir.
Bugünlerde beklenen en büyük mucize de bu zaten, başbakanın biraz düşünmesi.
Çünkü artık hiç düşünmüyor gibi gözüküyor.