04 Ağustos 2019

Gelin faşizmin koleksiyonunu yapalım

Koleksiyonculuk toplumların belleğidir; geçmişin değerlerini de yarınlara taşır, unutulmaması gereken vahşetlerin izlerini de…

Yazılarımı okuyanlar hatırlayacaktır, neredeyse her yazımda koleksiyonların geçmişin değerlerini gelecek nesillere aktaran çok önemli bir yol olduğunu söylüyorum. Bu yazımda ekleyeceğim bir şey var, o da tarih sahnesinde adı diktatör olarak yazılan kişilerin, yaşattıkları acıların izlerinin ve insan onurunu inciten yaşanmışlıkların de biriktirilebileceği…

Faşizm yaşattığı acılar ve çektirdiği zulümlerin yanı sıra, çok sayıda tematik alan da yaratıyor; tarih araştırmacılarına, geçmişi tahlil etmeye çalışan bilim adamlarına, bedel ödeyenlere ve tabii ki koleksiyonerlere!

Bugün dünyanın birçok yerinde ülkelerini faşist normlarla yöneten liderlere ait arabaların, kostümlerin, kravatların ve abartılı lüksteki özel eşyalarının sergilendiği müzeler her gün kapılarını meraklı gözlere açıyor. İşkence yapılan mekanlar, katliam odaları, geliştirdikleri insan öldürme teknikleri en ince detaylarına kadar sergileniyor, araştırmalara konu, sinema filmlerine mekan oluyor.

Katliamlara sahne olan meydanlar, kullanılan silahlar, propaganda afişleri, el ilanları, yandaşlara verilen madalyalar, yazılı iltifat belgeleri, kısacası faşizmin izleri ve kitlelere yaşattığı her şey, hem araştırmacıları, hem de koleksiyonerleri peşinden sürüklüyor.

Diktatörleri güç onlardayken yalnız kişiler olarak görmeyin sakın. Neredeyse tamamına yakınının günleri davetlerle, açılışlarla, iltifatları kabul edişleriyle geçmiş. Onların etrafları yandaşlarla, dalkavuklarla, yaptıklarını alkışlayanlarla dolu olmuş hep.

Ama inanıyorum ki, şakşakçılar diktatörlerin ipini çeken en tehlikeli topluluk olmalı. Diktatörlere kendisini dev aynasında gösteren, daha beterini yapmaları konusunda kışkırtan, toplumsal gerilmeyi yanlış okuyup yanlış telkinlerde bulunan bu tür insanlar her zaman, her baskıcı rejimde yeşermiş.

Bunu niye yaptıkları konusunda çeşitli fikirler yürütebiliriz. Mesela içinde şiddet arzuları yaşayan ve bunu bir şekilde açığa vuran hasta kişiliklere sahip olabilirler. Ya da desteklerinin karşılığında maddi menfaat sağlayan, kendine, eşine, dostuna iş koparan, toplumsal ayrıcalık arayanlar da vardır. Yandaşlar çevrelerinde mutlaka bir etki alanı yaratırlar. 

Mahallede etkin olabilmenin, elit (!) olmanın kültürüne sahip olmadan saygınlığını yaşamaya kalkmanın, kısacası ne oldum delisi olmanın basit yollarından biridir şakşakçılık. 

Sadece bundan çıkarı olan kitlelerin de desteklediğini düşünmeyin diktatörleri. 12 Eylül döneminde komşunun köpeğinden, erken öten horozundan rahatsız olan kişilerin, kiracısını, ayrıldığı eşini, yaptığı işinden memnun kalmadığı elektrikçisini, boyacısını sıkıyönetime şikayet ettiklerini çok iyi hatırlıyorum.

Mustafa Kamil Zorti, Picasso'yu küçük görmüştü

Hatırlasanıza, şakşakçılar olmasa 12 Eylül faşizminin baş aktörü, Mustafa Kamil Zorti, resim sanatı hakkında abuk sabuk konuşup Picasso'yu küçük görür müydü? Şaka değil, onun yaptığı resimlere avuç dolusu para verip satın alanlar bile oldu. İlkokul aklıyla söylediği saçmalıkları övenler, üniversitelerin içindeki değerli hocaları soğan halkaları gibi bölüp dağıtırken destekleyenleri çıktı. Onun ve ekibinin, ülkenin rejimine verdiği zararlar, sebep oldukları yapısal yıkımlar bir yana, uluslararası ilişkilerdeki uygulamalarıyla da bugünümüze - geleceğimize çok büyük zayiat verdiler.

Lafı uzatmadan sadece bir örnek vereyim, zararın büyüklüğünü siz değerlendirin. Yunanistan, Kıbrıs Harekatı sırasında NATO'nun askeri kanadından ayrılmıştı. Bu kararı da veren de albaylar cuntasıydı; dış siyasetten bi haber diktatörlerdi yani! Sonra fark edildi ki, Yunanistan için bu karar çok büyük bir hataydı, o günün şartları içinde bir zaaftı, dış politikada yaşatacağı tek şey güçsüzlüktü. Ama diğer yandan da, bizim için müthiş bir kozdu, elimiz çok güçlenmişti. Onların NATO'ya dönmesi karşılığında isteyecek çok şeyimiz vardı artık. Kıbrıs meselesi, Ege sorunu, gelecekte yaşanacak Avrupa Birliği ilişkileri vs. Ama 12 Eylül Yönetimi, asker sözü verdik diye hiçbir şey talep etmeden imzayı attı; elimizdeki en büyük kozu karşılıksız verdiler.

12 Eylül belki de gelmiş geçmiş en büyük kitap kıyımlarından birini yaşattı bu ülkeye. Kim bilir, Cumhuriyetin ilk dönemlerinden gelen ilk baskılı ne kitaplar yakıldı banyo kazanlarında. Ve bir koleksiyoner olarak düşünüyorum da, can havliyle yakılanlar arasında kim bilir ne evraklar, ne efemeralar, tarihi değeri yüksek ne resimler vardı? Bay Zorti, meydanlarda dini telkinlerde bulunup, imam hatip okullarının sayısında patlatma yaşatırken, ekibiyle birlikte bugün yaşananların temelini atıyordu.

Diktatörlerin varlığı her zaman kitap kıyımlarına sebep oldu

İnanıyorum ki, 12 Eylül yönetiminin kuyuya attığı taşı bütün ülke bir olsak çıkarmamız çok zor. Zaten bugün de yaşananlar bunu gösteriyor.

Adını "Diktatör" koyan diktatör 

Diktatörler kendini güzel kelimelerle topluma sunarlar. Konsey başkanı, parti lideri, devlet başkanı gibi! Tabii ki kart bastırıp da altına diktatör yazdıracak değiller ya. Aslında kendi adını diktatör olarak koyan birinden geliyor bu sözcük; Eski Roma'nın baskıyı kurumsallaştıran yapısı içinde yaşayan, felsefeye düşkün Lucius Cornelius Sulla Felix'ten. Önceleri ona herkes Sulla diyormuş. Ne zaman ki, konsülün başına geçmiş, cumhuriyeti korumaya dönük reformlar yapacağım diye önce adını değiştirmiş, "diktatör" yapmış. Sonra da acımasız, zalim ve soğuk yüzünü, yaptıklarıyla tarih kitaplarına yazdırmış. Sanırım ondan sonra da bu sözcüğü yaşatan çok oldu ama kendi adıyla halkın karşısına çıkan olmadı.


Tarihsel süreç içinde kendi adını diktatör koyan bir tek Lucius Cornelius Sulla Felix oldu

Faşizm, sanatın, düşüncenin ve topluma mal olmuş ya da olabilecek eserlerin düşmanıdır. Bakın size bizden birkaç örnek vereyim. İlk örnek, ne zaman o sevimli müziğini duysak kendimizi kaptırdığımız, her sahnesini ezbere bilsek de yine de sonuna kadar seyrettiğimiz, yönetmeninden oyuncularına kadar her birini saygıyla, sevgiyle hatırladığımız, yad ettiğimiz Hababam Sınıfının yazarı Rıfat Ilgaz'ın yaşadıkları hakkında. Rıfat Ilgaz, yaşadığı Kastamonu'nun Cide ilçesinin toplumsal yapısını anlattığı "Yıldız Karayel" romanını yazarken 1981 yılında gözaltına alındı. Suçu yazdıklarıydı, yazacaklarıydı; posta yoluyla gelen tomar tomar dergiler, kitaplar ve gazetelerdi. Evini saran çok sayıda askerin arasında yaka paça şehir merkezine götürülmeden önce teker teker kitaplarına, notlarına, yazdıklarına bakılmış. Yaşı 70 olmasına rağmen gözleri bağlanarak sorguya alındı, çok kötü şeylere maruz bırakıldı, bir süre de tutuklu kaldı. Unuttuysanız hatırlatmak istedim sadece; lütfen bir de bu gözle izleyin Hababam Sınıfını.

Hababam Sınıfının yazarı Rıfat Ilgaz 70 yaşında olmasına rağmen göz altına alındı, sorgulandı, kaba muameleye maruz kaldı.

Diğer örneğim çok yakın bir zaman önce kaybettiğimiz ressam İbrahim Balaban'ın yaşamından. Malum, Balaban, bebekten katil yaratılan bir ülkede, adi mahkumken başta bizzat Nazım Hikmet'in çabaları ve öğretileriyle ressam olarak yetiştirilmiş bir değerimizdir. Birkaç tane de olsa, onun orijinal çizimlerinden oluşan değerlere sahip biri olarak, bir gün sizlere Balaban'ı özel olarak yazacağım. Bugün anlatacağım şey onun yaşamından küçük bir kesit sadece; alışkın olduğu hapishane günlüğünden.


Balaban her daim Nazım Hikmetin öğrencisi olarak anıldı; yaşamı onun öğretileri yolunda renklendi.

Uzatmayayım, Balaban, 1961 yılının Temmuz ayında, komünist ressam olduğu gerekçesiyle götürüldüğü İmralı Adası'nda, hapishane müdürü Esat Adil Bey'in görevde olduğu zaman zarfında resim yapmasına ve zengin kütüphaneden faydalanmasına izin verildiği için nispeten günlerini bir anlamda kendisi için verimli geçirmiş. Okumuş, çizmiş, öğrenmiş. Sonraki süreçte bırakın kitap okumasını, resim yapmasına bile izin verilmemiş.


8 Temmuz 1961 Tarihli Bursa Özel Gazetesi, ressam İbrahim Balaban’n İstanbul örfi idare Komutanlığının yazısı üzerine komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklandığını yazıyor. 

Hele bir şey var ki her aklıma geldiğinde sinirleniyorum. Ne derece doğru bilmiyorum ama o da Balaban'ın 7000 civarındaki resminin askerlerce Marmara Denizi'nin serin sularına atılması hikayesi. Acaba diyorum o resimleri atan kişiler nasıl bir ruh hali içindeydi, komünist birinin resminden ne anlıyorlardı; ya da neyi anlayamıyorlardı?

Sanat, faşizmin panzehiridir

Faşizmin sanatla olan ilişkisi dünyanın her yerinde yapılan çalışmalara konu oluyor. İnanıyorum ki, faşizmin sanatı da düşman bellemesi, sanatın geniş kitlelere ulaşarak yapılanları farklı bir gözle değerlemesi kadar rahatsız olduğu bir şey yoktur. Hatırlasanıza, 12 Eylül dönemindeki "Gırgır" dergisindeki çizimlerin halkı ne kadar motive ettiğini; nasıl bir muhalefet yürüttüğünü.

Diktatörlerin güçleri, yapabilecekleri ve iktidarda kaldıkları süre ne olursa olsun, gidecekleri yer tarihin çöplüğüdür. Geride kalan her şey ibret-i alem için sergileneceklere, yazılıp çizileceklere ve koleksiyonerlere kaynak yaratır. 

İnsanlık tarihi her karanlık dönemin ardından ışığa açılan pencerelerin, doğan güneşin örnekleriyle dolu. Pire için yorgan yakma misali diktatörlere kızıp hobilerimizden taviz vermeyelim. Bugün açık ya da dolaylı olarak faşizm temalı koleksiyon yapmaya çalışanlar var. Gerek müzeler gibi kurumsal anlamda sergilemek için, gerekse de bireysel anlamda yaşanan acılı dönemlere ait şeyleri gelecek nesillere aktarmak amacıyla dönemi yaşatan her şey toplanıyor.

Bu konu daha çok su kaldırır. Bu yazımda yakın tarihimizden bilinen şeyleri tekrarladım. Bir sonrakinde dünyanın farklı yerlerinde yaşanılanları, ülkemizde az bilinen canileri ve yaşattıklarını anlatmaya devam edeceğim. Seçmen sayısından daha fazla oy alacak kadar sevilen (!) diktatörleri, düşmanlarını yediğine inanılan mahlukları yazacağım.

Gelin hep birlikte faşizmi de, yaşattıklarını da insanlığın çöp sepetine atıp gelecek güzel günlerin hayaline dalalım; hobilerimizi yaşayalım, yaşatalım.

Güzellikleri biriktirmenizi dilerim!..

Yazarın Diğer Yazıları

Koleksiyoncunun kaleminden: 2025 öngörüleri tahmin mi, kehanet mi?  

The Economist dergisinin gelecek yıl için beklentileri “belirsizlik” ve “istikrarsızlık” içerikleriyle dolu

Koleksiyoncunun kaleminden: İmzanın tarihi

Kimliği doğrulamak, metni onaylamak, bir fikre katılmak ve yapılanı sahiplenmek için atılan imzanın ardında 5 bin yılı aşkın bir tarih var

Koleksiyoncunun kaleminden: Da Vinci’den önceki ve sonraki “Son Akşam Yemeği” tablolarının öyküsü

“Son Akşam Yemeği” temalı çizimler Leonardo Da Vinci’den tam 1300 yıl önce de tasarlanmış

"
"