26 Nisan 2025

Birinci ayın muhasebesi

18-19 Mart’ta iktidar 1945’ten bu yana görülmemiş bir adım attı ve nihayetinde bir tarafın büyük kazanacağı diğer tarafın ise büyük kaybedeceği topyekûn bir mücadeleyi başlattı.  Bu mücadelede taraflar kimlerdir ve birinci ayın sonunda durumları nedir?

Geleceğin araştırmacıları 18 ve 19 Mart 2025 günlerini 21. yüzyıl Türkiye tarihinin dönüm noktalarından biri olarak işaretleyecekler. Bu kanaate nasıl vardığımı izah etmek için son bir ay içinde yaşadıklarımızı tek tek özetlemeye ve tartışmaya gerek yok, çünkü sanırım hepimiz tarihin nabzının içimizde attığını hissettik. Atatürk’ü aşmak isteyenlerin İnönü’nün gerisinde kaldıkları bir noktadayız. Bir kara deliğin içine girdiğimize bence şüphe yok ama kara deliğin bizi nereye çıkaracağını henüz bilmiyoruz. Bu türbülansın kısa bir süre içinde ve mutlu sonla sonuçlanmasını bir iki istisna dışında kimse beklemiyor. Bir yanlışlık olmuş denerek hapsedilenlerin serbest bırakılması, diplomanın iade edilmesi bugünden yarına pek mümkün değil. Kaldı ki bu imkânsız senaryo gerçekleşse bile Rubikon bir defa geçilmiş oldu, oyunun kuralları değiştirildi. Yaşananlar hiç yaşanmamış gibi davranamayız.

Önce muhalefetin perspektifinden bakıldığında en iyi ve en kötü olasılıkları değerlendirelim. En iyi olasılıkta, dışarıda serbest muhalefet içeride de İmamoğlu ve ekibi öyle organize olurlar ki 18-19 Mart operasyonları aylar boyunca gündemden düşmez, iktidar için demokrasiden vazgeçmenin maliyeti arttıkça artar. Silivri’de İmamoğlu elleri yakan bir “hot potato”ya dönüşür. İmamoğlu’nu serbest bırakmak ve diplomasını iade etmek iktidar açısından büyük bir zafiyet göstergesi olarak görülecek olmasına rağmen sonunda, zararın neresinden dönülse kardır diyerek ve seçimlere kadar bu zafiyeti unutturmayı ümit ederek bu yolu da seçebilirler. İmamoğlu’nun serbest kalması durumunda, sadece Erdoğan ve Bahçeli’nin değil, Türkiye’deki tüm sağ siyasetçilerin korkulu rüyası gerçek olur, CHP’li İmamoğlu cumhurbaşkanlığını kazanır ve Türk siyasetinde harita değişir, tüm sınırlar baştan çizilir.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun 18 Mart'ta 31 yıllık diploması iptal edildi, 19 Mart'ta gözaltına alındı ve 23 Mart'ta tutuklandı

Göz ardı etmememiz gereken bir de en kötü ihtimal var. Bir taraftan liberal hegemonyanın, son kırk elli yıldır da küreselleşmenin içimize şırınga ettiği, hep daha ileriye gideceğiz, her şey daha iyi olacak inancından vazgeçmeyi gerektiren bir ihtimal. Belki de yolun sonunda artık seçimlerin hala yapıldığı ama seçim sonuçlarının merak edilmediği, yani seçimlerin anlamsızlaştığı bir Türkiye’ye çıktık bile. Avrupa’nın periferisinde ama artık batılı değil. ABD ve Avrupa ile duruma ve konuya göre iş birliği yapan ama artık batı normlarından ne kaldıysa onların parçası değil. Kimsenin insan haklarını, demokratik değerleri, hukuk devletini aramadığı, sormadığı, hatırlatmadığı yeni bir Türkiye. Yeni bir Mısır.

İyiyle kötünün ortasında bir başka ihtimalde ise baskı, gerilim ve yüksek nabız ivmelenerek devam eder ve sonunda o zor gün gelir. Seçimler, muhalefetin köşeye sıkıştırıldığı, zayıflatıldığı, muhalefet adayının iktidar tarafından belirlendiği olağanüstü şartlar altında yapılır. Mahpus cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun serbest bırakılmadığı, iktidarın İmamoğlu’nu serbest bırakmama kudretini muhafaza ettiği şartlarda yapılacak seçimleri, muhalefetin kazanma şansı azalacaktır.

Tüm ihtimallerin bilincinde olmamız ve o bilinçle hareket etmemiz gereken bir noktadayız. Başları kuma gömmenin zamanı değil. Öncelikle gerçekçi olmakla başlamak ve bir durum tespiti yapmak gerekiyor. 18-19 Mart’ta iktidar 1945’ten bu yana görülmemiş bir adım attı ve nihayetinde bir tarafın büyük kazanacağı diğer tarafın ise büyük kaybedeceği topyekûn bir mücadeleyi başlattı.  Bu mücadelede taraflar kimlerdir ve birinci ayın sonunda durumları nedir?

Bahçeli ve Erdoğan

İktidar

Bugün itibariyle Cumhur İttifakı, iki büyük ortak AKP ve MHP ile küçük ortaklar BBP, HÜDA PAR ve bir de milliyetçi muhalefetten transfer edilen Sinan Oğan, Kürşat Zorlu gibi isimlerden oluşuyor. Büyük ortaklarla küçük ortaklar arasında bir klientalizm ilişkisi var, bu nedenle temel politikalar belirlenirken minör aktörlere danışıldığını düşünmüyorum. Buna karşılık iki büyük ortak AKP ve MHP, yani Erdoğan ve Bahçeli arasındaki ilişki çok belirleyici ve bu nedenle de iyi analiz edilmeli. Aylardır, hatta belki de yerel seçimlerden bu yana planlanmakta olduğu belli olan 18-19 Mart operasyonlarının Bahçeli’den habersiz ve onun onayı alınmadan yapılması benim düşünceme göre imkansızdır. Bu kadar hayati bir meselede aralarında mutabakat oluştuysa ve diploma ve tutuklama hamleleri bu mutabakatın üstüne bina edildiyse, şu an kamuoyunda yayılan iki büyük ortak arasında büyük görüş farklılıkları olduğu dedikodusuna da mesafeyle yaklaşmak gerekiyor. İki ortak galiba birtakım önemli konularda farklı düşünüyorlar, bununla birlikte bu farklılıklar henüz ortaklığı yıkacak boyutta görünmüyor.  

Erdoğan-Bahçeli ilişkisinde Erdoğan, ne yapacağı, nasıl hareket edeceği daha tahmin edilebilir lider olma vasfını sürdürüyor. Seçimler büyük ihtimalle 2027 sonbaharında yapılacak ve Erdoğan bir defa daha aday olmak istiyor. Bunun için bir yandan kendi adaylığı etrafında kurulabilecek en geniş koalisyonu kurmaya çalışıyor, diğer yandan da en ciddi rakiplerini oyun dışı bırakmayı ve rakibini belirlemeyi hedefliyor. Bunu da seçimlerden olabildiğince önce yapmaya çalışıyor ki araya girecek iki, iki buçuk yıllık zaman zarfında sandığa yapılan bu müdahale nispeten unutulsun ve normalleşsin, sanki hala normal bir seçim yapılıyormuş atmosferi kararsız seçmenler arasında oluşabilsin. Bu açıdan bakınca, Erdoğan, kendi içinde rasyonalite barındıran bir politika takip ediyor ve öngörülebilir bir lider.

Aynı şeyi Bahçeli için söyleyemeyiz. Bahçeli zaten hiçbir zaman şeffaf ve kolay anlaşılabilir bir lider değildi. Ekim ayında ilk defa kendisinin lansmanını yaptığı yeni çözüm sürecinden bu yana Bahçeli, davranışları tahmin edilebilir bir lider olmaktan iyice çıktı. Yeni çözüm sürecini neden kendisinin ortaya attığı ve neden bu kadar sahiplendiğini açıklayacak veriler henüz elimizde yok. İki ay süren hastalığı ve nekaheti sırasında çözüm sürecine dair yürümekte olan müzakerelere ne kadar müdahil olabildiğini de bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, iyileştikten sonra yaptığı açıklamaların iki türlü anlaşılabilir, farklı yönlere çekilebilir nitelikte olduğudur. Bunu tabii ki bilerek yapıyor. Ben Bahçeli’nin Cumhur İttifakı içinde kalmayı kuvvetle istediği kanaatindeyim, ancak belli ki canını sıkan gelişmeler var. Potansiyel problemler arasında aklıma ilk gelen, cumhurbaşkanı seçiminde aranan “yüzde elli artı bir” şartı oluyor.  MHP’nin ittifak içindeki gücünü pekiştiren bu maddenin değiştirilmesine MHP kesinkes karşıydı. Sanırım bu pozisyonu hala değişmemiştir. Eğer AKP ve DEM arasında yürütülecek müzakerelerde AKP tarafının bunu masaya getireceği, hatta belki de getirdiği Bahçeli’nin kulağına geldiyse, o da karşı tarafın kulağına kar suyu kaçırmak istemiş olabilir. Öyle görünüyor ki Bahçeli, MHP’nin ittifak içindeki konumunu zayıflatacak, MHP’yi “ikame edilebilir parti” durumuna düşürecek her gelişmede masayı yıkacaktır. Bunun için büyük zararı göze alabilir. Zaten böyle durumlarda zarar etmekten korkmadığını 2002’de göstermişti. Kısaca özetlemek gerekirse, aralarındaki problem cumhurbaşkanı seçim prosedürüdür ya da başka bir konudur, ama her halûkarda Bahçeli, anayasa müzakereleri başlarken Erdoğan’a MHP’nin önemini hatırlatmak istiyor.     

18-19 Mart’ta başlattıkları topyekûn mücadelede Cumhur İttifakı’nın bir muhasebesini çıkaracak olursak, bilançonun artılar hanesinde, mıntıka temizliği var. Türkiye’de her geçen gün daha da pekişmekte olan cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde, kendisini devletle özdeşleştirmiş Erdoğan’ı seçimlerde yenebilmek zaten oldukça zor. Ekrem İmamoğlu için bile zor, fakat halihazırdaki adaylar içinde şansı en yüksek olan İmamoğlu gibi görünüyor. İşte 18-19 Mart operasyonlarıyla Erdoğan bu en önemli rakibini ve rakibinin son beş altı yıl içinde bir seçim kazanma makinesi haline gelen beyin takımını bertaraf etti. Erdoğan ve danışmanları, İmamoğlu’nun da Erdoğan gibi karizmatik bir lider olduğunu ve toplumla sıra dışı bir ilişki kurduğunu kabul etmiyorlar. İktidar çevrelerindeki inanca göre İmamoğlu karizması denen şey aslında belediye kaynaklarıyla oluşturulan yapay bir imaj ve İmamoğlu bu kaynaklardan yoksun kalıp, göz önünden de çekildiğinde bu imaj silinip gidecek. Bu perspektife göre Erdoğan’ın artık yapması gereken tek şey önümüzdeki iki, iki buçuk yıl boyunca İmamoğlu’nun yavaş yavaş unutulmasını, durumun normalleşmesini sabırla beklemek. 

Bilançonun eksiler tarafına baktığımızda ise şaşırtan bir tablo ile karşılaşıyoruz. Kendilerini çok kudretli hisseden iktidar ortakları belli ki tek bir hamleyle hem İmamoğlu’nu saf dışı bırakmayı hem İBB’yi ele geçirmeyi ve hem de CHP’ye kayyım atamayı hedeflemişler. İBB ve CHP için çifte kayyımlar hakkında bir yalanlama gelmediğine göre bu iddiayı doğru kabul edebiliriz. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Tıpkı Putin’in Kiev’i üç günde fethetmeyi beklerken kendisini yıllar sürecek bir yıpratma savaşının içinde bulması gibi iktidar da çok kolay bir zafer hedefledi ama daha ilk günden işler sarpa sardı.

Ekrem İmamoğlu, Saraçhane mitingi, 2024
  1. İktidar yapmak istediklerini açık etti ve yapamamış durumuna düştü. Güç projekte etmek isterken zayıflıkları ve kaba gücünün sınırları ortaya çıktı.
  2. 18-19 Mart operasyonlarının ne anlama geldiği, nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki propaganda mücadelesini iktidar açıkça kaybetti. Ellerindeki MİT, MASAK ve türlü diğer istihbari ve bürokratik enstrümanlara rağmen, dosyaların ikna edici delillerle doldurulamadığı ve tutuklamaların buna rağmen yapıldığını herkes gördü. Eğer yalnızca yargı ayağı üzerinden yürümüş olsalardı belki iktidar, tabanını ikna etmek konusunda biraz daha başarılı olabilirdi, ancak üst üste hem diploma iptali hem de gözaltı ve tutuklama yapılması iktidarın inandırıcılığını azalttı. O kadar ki AKP parti örgütü dahi operasyonları bir seyirci gibi sessizlik içinde izledi, ta ki cumhurbaşkanının annesine yapılan hakaretlerin ardından biraz mobilize olana kadar. Bugünden sonra ortaya çıkacak itirafçıların, bulup buluşturup dosyalara eklenecek yeni delillerin bu imajı değiştirebileceğini hiç zannetmiyorum.
  3. 1945’ten beridir, merkez ya da uç fark etmeden, tüm sağ iktidarların söylemlerinin merkezine oturan “atanmışlara karşı seçilmişleri savunmak”, “vesayete karşı milli iradeyi temsil etmek” argümanları büyük yara aldı. İçinden milli irade iddiasını çıkarırsak Türk sağından ne kalır, sağ neye dönüşür sorularını ilk defa bu yalınlıkta düşünmek zorundayız. Nitekim operasyonları ve her halûkarda iktidarı savunan bazı cengaverler daha şimdiden “kutsal mazlumluktan” “kutsal zalimliğe” geçiş yaptılar. Boyun eğdirmek, diz çöktürmek uç sağın yeni söyleminde gittikçe daha fazla yer tutuyor. Twitter/X platformunda takip ettiğim ve bazı hizipler tarafından yönetildikleri izlenimini veren isimsiz troller, Türkiye’nin bugüne kadarki İslamcı geleneğini “orta yolcu, ezik ve pısırık” olarak tanımlıyorlar. Kaba gücü, otoriterliği estetize ederken, bir yandan da İslam ahlakının ötesine geçerek adeta Nietzsche’den ilham alan bir İslamcı Übermensch idealini övüyorlar. Tabii bunu yaparken, Türk İslamcılığını halktan ne kadar kopardıklarının, marjinalize olduklarının farkında değiller.
  4. Cumhur İttifakının kendi seçmenleri arasında bile büyük bir tepki doğurmak pahasına işlettiği ekonomik programı operasyonlardan zarar gördü. Daha da önemlisi, CHP ilk defa programın sahibini, Mehmet Şimşek’i ve Şimşek’in gelecekteki kariyerini hedef tahtasına oturttu. Şimşek’in üzerinde, iktisadi problemlerin ötesine geçen bir stres birikti. Bununla baş edip edemeyeceğini göreceğiz.
  5. 18-19 Mart operasyonları CHP’nin etkisizleştirilmesini, bir iç kavgaya savrulmasını da hedefliyordu. Murad edilenin tam tersi oldu. CHP apar topar gerçekleştirdiği olağanüstü kongresiyle Özgür Özel’in liderliği ve Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığı arkasında kenetlendi. Parti içinde Kemal Kılıçdaroğlu ve Oğuz Kaan Salıcı’nın başını çektiği hizipler etkisizleşti. CHP uzun yıllardan sonra ilk defa sokağa döndü, sivil itaatsizlik eylemlerine önderlik etmeye başladı. Bir hafta süren Saraçhane mitinglerinin yanı sıra 23 Mart günü muhalif seçmenlerin önüne sandık koyarak 15 milyon seçmene İmamoğlu’nun adaylığı onaylatıldı. Ayrıca büyük psikolojik ve ekonomik etki yaratan bir günlük tüketim boykotu eylemi de CHP tarafında organize edildi. CHP bu şekilde sokakta ve muhalif seçmenler üzerindeki mobilizasyon yeteneğini tam üç defa prova etmiş ve iktidara göstermiş oldu.
  6. 18-19 Mart’ın kentli, eğitimli, laik orta sınıflar üzerindeki dönüştürücü etkisini çok kısa bir süre içinde gözlemleyeceğiz. 1940’lardan bu yana örgütlenen İslamcı ve milliyetçi uç sağın karşısında bu orta sınıf bugüne kadar örgütsüz kaldı, dayanışma bağları kuramadı. Son 20 yıldır da en ağır şekilde vergilendirildi ve kendisini hem düşmanlaştıran hem de sürekli aşağılayan iktidarı finanse etmek zorunda kaldı. Öyle görünüyor ki 18-19 Mart bıçağın kemiğe dayandığı anmış, bir can havli anıymış. Önümüzdeki dönemde orta sınıf içinde dayanışmacı ağlar örüleceğini şimdiden varsayabiliriz. Bu mobilizasyonu iktidar tetiklemiş oldu.
  7. Ve tabii ki gençler. Bir yandan sağcı müfredat ve diziler diğer yandan tekno-milliyetçilik enstrümanlarıyla iktidar var gücüyle gençliği kazanmaya çalışıyor. Artık ne kadar gönül kazandıysa, bunun katbekat fazlasını 18-19 Mart’tan bu yana kaybettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Sokağa inen gençlerin sayısı arttı ve daha da önemlisi kompozisyonu çeşitlendi. Eylem kültürü daha fazla olan toplumsal grupların yanında ve galiba onları aşan sayılarda, kendilerini Atatürkçü ya da milliyetçi olarak tanımlayan gençlerin de bu defa yoğun biçimde eylemlere katıldığını, hatta en ön saflarda yer aldıklarını gördük.          

Artılar ve eksiler hanelerini kıyasladığımızda iktidarın bu operasyonlardan zararlı çıktığı izlenimi doğabilir. Bu doğru bir izlenim olmaz. İmamoğlu ve ekibinin saf dışı edilmiş olması iktidar açısından tek başına o kadar büyük bir kazanım ki terazinin bir kefesine bu büyük artıyı, öbür kefeye ise diğer yedi maddeyi koysak ve tartsak iki kefe ya başa baş gelir ya da İmamoğlu kefesi ağır basar. Evet, muhalefeti sıfır maliyetle bozguna uğratmayı umarken, iktidar, kendisini uzun soluklu olacağa benzer bir mücadelenin içinde buldu, bu doğru. Evet, bu topyekûn mücadeleden nefesi, kondisyonu daha kuvvetli olan sağ çıkacak, yani maçın sonucu belli değil, bu da doğru. Ama benim değerlendirmeme göre mücadelenin ilk ayını iktidar kârdan zarar (ama büyük zarar) ederek kapatıyor. Mücadelenin ilk ayında muhalefet iktidarı beklemediği kadar sarstı, ancak mücadeleyi kazanabilmek için İmamoğlu’nun adaylığını canlı tutması, unutturmaması ve tekrar mümkün kılması gerekecek. 

Gelinen noktada Cumhur İttifakı, ama öncelikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem ittifakın hem de kendisinin gücüne dair zihinlerde oluşan soru işaretlerini ortadan kaldırmak isteyecektir. Yani bir aydır süren gösterilerin, itirazların, itaatsizlik eylemlerinin, boykotun kendisini hiç sarsmadığını, bilakis en büyük rakibini de eledikten sonra artık eskisinden de güçlü olduğunu göstermeye ihtiyacı var. Ancak bunu, CHP’yi ve tüm muhalifleri daha da konsolide etmeden yapmanın bir yolunu arayacaktır. Dolayısıyla en azından yaz sonuna kadar İBB’ye yahut CHP’ye bir müdahale gelmesini beklemiyorum. Erdoğan’ın tercihi, gücünü, dış politikada büyük bir başarı elde ederek ya da, bilhassa, PKK’ya silah bıraktırarak sergilemek yönünde olacaktır. Uzun lafın kısası, yeni çözüm süreci Cumhur İttifakı için hâlâ hayati bir önem taşıyor.

Bahçeli ve DEM Parti tokalaşması, 1 Ekim 2024

DEM

Erdoğan ve Bahçeli yeni çözüm süreci konusunda kendilerini bağladılar. Bu süreci mutlaka başarıya ulaştırmak, yani PKK’ya silah bıraktırmak ve bunu da karşılığında hiçbir taviz vermeden yapmak istiyorlar. Eğer süreç herhangi bir nedenle başarısızlıkla neticelenirse, iki lider de büyük yara alırlar. Olası bir başarısızlık durumunda, sonrasında Kürt Hareketi’ne, DEM’e karşı ne kadar sertleşirlerse sertleşsinler, ağır suçlamaların hedefi olmaktan kurtulamazlar. Kısacası iktidar artık bu sürece mahkûm ve mecbur. DEM, bugün itibariyle, iktidar ortakları ile masaya oturup pazarlık edebilecek yegâne siyasi aktör konumuna gelmiş bulunuyor. Bu da DEM’in önemini hiç olmadığı kadar arttırıyor.

Ancak iktidarla aynı masaya oturmanın ciddi bir maliyeti var. 18-19 Mart öncesinde de DEM’li siyasetçiler bu maliyeti hissetmeye başlamışlardı. Ben dahil birkaç gözlemci, yeni çözüm sürecinin dış faktörlere bağlanmasına itiraz etmiş, Erdoğan ve Bahçeli’nin DEM’i yanlarına çekmeye, bu yolla muhalefeti küçültmeye ve otoriter rejimi konsolide etmeye çalıştığını anlatmıştık. Bu soruların ardından yeni çözüm sürecinin üstüne şimdi bir de 18-19 Mart’ın gölgesi düştü. "Yeni çözüm sürecinin bir hedefi de, 18-19 Mart operasyonları sırası ve sonrasında Kürt Hareketi’ni nötralize etmek miydi?" sorusu haklı olarak zihinlerde beliriyor. İktidarın otoriter tercihleri DEM’i çok zor bir durumda bırakıyor. Eğer DEM, günbegün ceberutlaşan bir iktidarla müzakere etmeyi reddederek masadan kalkarsa, muhalefetin tamamından daha fazla baskı ve eziyet görecek. Eğer diğer uca savrulur, masada oturmakla kalmayıp iktidarın iyice otoriterleşmesine destek verecek şekilde anayasa değişikliklerine evet derse, o zaman da muhalefet saflarından kopup, balkona, HÜDA PAR’ın, BBP’nin, AKP ve MHP’nin yanına geçecek.

Bu ikinci şıkkın maliyeti DEM tarafından çok iyi hesap edilmeli. Bugüne kadar DEM ve Kürt Hareketi’nin önceki partileri, ideolojik duruşlarını tarif ederken sadece bir Kürt milliyetçisi parti olmadıklarını yinelediler. Çevrecilikten kadın hareketine, radikal demokrasiden azınlık haklarına kadar geniş bir yelpazeye vurgu yaptılar ve her zaman hukuk devletini ve insan haklarını referans gösterdiler. Cumhur İttifakı’nın yanına geçen bir DEM tüm bu vurguların anlamsızlaşacağının farkındadır. Bu vurgulardan vazgeçmeye, Kürt milliyetçiliğinden ibaret bir partiye dönüşmeye razı olurlar mı? Hatta, Öcalan son mektubunda Kürtlerin kültürel haklarından bile vazgeçtiğine göre, yolun sonunda Kürt milliyetçisi bile olamamak, yalnızca bir kişi partisine, Öcalan partisine dönüşmek ihtimali var. Hepsinden önemlisi, DEM bu konuda kendi tabanını ikna edebilecek mi? 2015’ten itibaren Bahçeli Erdoğan’a destek vermeye başlayınca, MHP tabanının en azından yarısını oluşturan, batı illerinde kent merkezlerinde oturan, orta sınıflaşmış, eğitimli ve seküler Türk milliyetçileri MHP’yi topluca terk ettiler. Şimdi, aynı süreç DEM tabanında yaşanabilir mi? İktidarın otoriterleşmesini pekiştirecek anayasa değişiklikleri DEM’in desteğiyle kabul edilirse DEM kendi tabanını bölünmeden nasıl bir arada tutacak? Bunun da ötesinde, DEM Türk solunun büyük bir bölümü ile on yıllar boyunca kurmuş olduğu ve “ezilen ulus milliyetçiliği” yahut “kimliklerin eşitliği” prensiplerine dayanan iş birliğini nasıl sürdürecek?

Kürt Hareketi uzmanı değilim, ama DEM siyasetçilerinden çoğunun bu maliyetlerin farkında olduğunu ve 18-19 Mart sonrasında bu hassasiyetleri dikkate alarak müzakere edeceklerini düşünüyorum. Gözaltı ve tutuklama operasyonları, kayyım atanacağı söylentileri sırasında DEM yetkilileri CHP’yi ve İBB’yi ziyaret ederek destek verdiler. Ancak iki cami arasında binamaz kaldıkları için, vermiş oldukları destek, “Yes Minister” dizisinin unutulmaz repliğiyle söyleyecek olursak, “We give you every support, short of help” düzeyinin ötesine şimdilik geçemedi. Şimdilik kelimesinin altını çizerek söylüyorum, bu hiç geçemeyeceği anlamına gelmez. DEM’in opsiyonları masadan kalkmakla masada oturup Erdoğan ve Bahçeli’ye tam destek vermek şıklarından ibaret değil.

Eğer DEM:  a) çözüm sürecini Cumhur İttifakı’nın anayasa isteklerine onay vermeden devam ettirmenin yollarını ararsa ve b) müzakere eden taraf olmaktan kaynaklanan yeni gücünü Türkiye’de demokrasiyi korumak yönünde de kullanırsa, bu süreçten kuvvetlenerek çıkabilir.

CHP sona kalıyor. Ama o da ayrı bir yazının konusu…

 

 

    

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yeni çözüm süreci üzerine bazı düşünceler

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir önceki süreci nasıl durdurduğunu hatırlayarak ve bunu tekrar yapması ihtimaline rağmen, erken seçimde, adaylık sürecinde ve anayasa değişiklik paketinde Cumhur İttifakı’na destek verilebilir mi? İşte asıl tartışma konusu bu olmalıdır. Sürece destek verenler neleri göze aldıklarını kamuoyuna açıklamalıdır

"
"