İnsan olmanın ve dolayısıyla insan bilincine sahip olmanın en güzel nimetlerinden biri ve bizi diğer canlılardan farklı kılan şey; hayal kurma yeteneğimizdir. Hayallerimizle doğmayız ama hayallerimizle yaşarız.
Hayal, insan aklının sınırlarını zorlamayı, engel ve kısıtlama olmaksızın düşünebilmeyi , düşleyebilmeyi gerektirir. Bu sayede zifiri karanlıkta ışık, düşmüşken kalkacak güç buluruz. Ama bazen de hayal kırıklıkları kalbimize kılıç yarası gibi saplanır.
Hayatın gerçekçilik kavramını çekiç gibi kullanarak çaktığı işaret levhaları, çizdiği sınırlar ve üzerimize her gün yenisi binen sorumluluklar fark edildikçe hayal gücümüz yavaş yavaş zayıflamaya başlar. Yeteneğimizin eski parlaklığında olduğunu zannetsek de uzun süredir oynamayan veya oynatılmayan, atışına artık güvenemeyen bir basketbolcu gibi hayatın bizi çektiği bench’de otururken buluruz kendimizi.
Oysa, yaşam hayaller üzerine yükselir. İnsanlık hayaller kurulduğu müddetçe ilerleyebilmiştir. Dün birileri gündüz düşlerinde uçmasaydı bugün uçaklar uzakları yakın edemezdi. Astronatların aya ulaşmasından 150 yıl kadar önce Jules Verne ‘’Aya Yolculuk’’ kitabını kalemini hayal mürekkibine batırarak yazmasaydı belki de bu hayal gerçek olmazdı.
‘’Neşe ve keder insanın gözbebeğindedir. Nasıl bakarsan öyle görürsün.’’ diyen ve edebiyat tarihine armağan ettiği şaheser ‘’ Don Kişot’’ ile akıllı geçinen dünyaya herkesin deli diyeceği bir kahramanla kılıç sallayan Cervantes’i bilmeyen çok azdır.
Hayallerden bahsedip de onu anmamak olur mu? Don Kişot İspanya’nın yoksul ve geri kalmış La Mancha bölgesinde küçük bir yaşlı asilzadedir. Köydeki küçük malikhanesinde okuduğu kitapların ve kurduğu hayallerin etkinde kalarak şövalyeliğe özenir. Üzerinde sineklerin eksik olmadığı yaslı atına biner, kafasına bir tas geçirir, eline bir sopa alır ve haksızlıklara dur deyip yanlışlıkları düzeltmeye karar verir. Her şövalyenin mutlaka bir silahtara ihtiyacı olduğunu bilir. Yine kendisi gibi sıkıcı hayatından ve karısının dırdırından bıkmış olan çiftçi Sancho Panza’yı da valilik vaadi ile peşine takıp serüveni başlatır.
İki kafadar Güney İspanya’nın yoksul kırsal kesimlerinde yolculuk ederler. Don Kişot gördüklerini serüven boyunca kendi hayalleriyle şekillendirir. İlk iş olarak kendisine unvan verecek yüksek mertebeden bir soylu lazımdır ona. Yolculuk esnasında karşılarına çıkan bir hanı şato, hancıyı da dük olarak görür ve hancıdan bozma dükü kendisine şövalyelik unvanı vermeye ikna eder. Artık bir şövalyedir ve haksızlıklara dur deme zamanı gelmiştir. Koyun sürülerini savaşan ordular olarak görür ve güçsüz tarafın yanında yer almak için koyunlara saldırır, günün sonunda çobanlardan sıkı bir dayak yer.
Maceraları bitmek bilmez. Bir hanın bodrumunda yer alan şarap fıçılarını iblis sayarak kılıcıyla parçalar. Uğruna savaşacağı ve yendiği şövalyeleri ayağına göndereceği bir sevgili arar. Sokak kadını bir çingeneyi asil bir hanımefendi olarak hayal edip ona platonik bir şövalye aşkıyla tutulur. Bir berberin tıraş tasını sihirli miğfer olarak görür ve gasp eder. Azılı suçlu kürek mahkumlarını mazlum zavallılar sayıp kurtarır ve onlar tarafından soyulur.
Tabi tüm maceraları arasında en bilineni şarkılara bile konu olan, dev sandığı değirmenlere saldırmasıdır. Şövalyemiz, yapacağı birçok hatayı önceden haber veren gerçeğin sıradan yüzü Sancho Panza’yı orada da dinlemez ve kolundan yaralanır. Sancho Panza’nın realizmi ve sağlamcılığı Don Kişot’un sınır tanımaz hayalciliğine bir kez daha yenilir. Kahramanımız, kendine geldiğinde karşılaştığı gerçek görüntünün kötü bir büyücünün elinden çıkan bir illüzyon olduğunu düşünür.
Don Kişot bir kez yakalanıp evine gönderilse de kaçıp tekrar hayallerinin peşine düşmekte tereddüt etmez. Serüven boyunca gittiği yerlerde ondan korkanlar da olur, onunla alay edenlerde ve onu adam akıllı dövenler de… Ama o hiç yılmaz. Sonunda kendisini evine alan bir yerel zengin tarafından faka bastırılıp şövalye kılığına giren bir yakınıyla düelloya girişmek durumunda kalır ve kaybeder. Kendisini eve kapatır. Nihayetinde gerçekleri kabul eder ve kısa bir süre sonra da ölür.
Don Kişot’u roman kahramanı olarak tanıyıp da sevmeyen var mıdır bilemem. Oysa onun canlı hallerini gerçek hayatta görmeye pek katlanamayız nedense. Onları ya loş arka odalara ya da tımarhanelere kapatmak fikri daha cazip gelir. Çünkü onun gibiler kendini aklıyla özgür hisseden insanlara, aslında aklın birer tutsağı olduklarını anımsatırlar. Diğer insanlara zihin özgürlüğünün sınırsızlığını ve söz dinlemezliğini gösterirler. Aslında Don Kişot’a gülmeleri, bilinçsizce içlerinde taşıdıkları bir paradokstandır. Zira, dip duygularında Don Kişot gibi pervasız, gözü kara ve hiç kimseye boyun eğmeden, doğru bildiklerini yasayan bir kahraman olmayı arzularlar. Ancak, diğer insanların kendilerine gülecekleri ve onları sistemin dışına itecekleri korkusuyla, bir taraftan içlerinden gelen sesle ona sessiz alkış tutarken, diğer taraftan hayatlarını Don Kişot’un içten pazarlıklı, korkak ve gerçekçi yamağı Sancho Panza gibi tüketmekten de geri durmazlar.
Don Kişot görünüşü itibarı ile de çok sıra dışı bir şövalye’dir. Destan kahramanı şövalyeler heybetlidir, o ise sıskadır. Sövalyeler kalın zırhlar ve silahlar kuşanır. O ise sahte zırhı ve işe yaramayan silahına değil korkusuzluğuna ve çelikten iradesine güvenir. Görünüşündeki tüm şekilsel zayıflıklara rağmen hayallerinin peşinden gitme cesaretini gösterdiği için de gerçek bir şövalye ruhuna sahiptir. Kendi zihninde özgürdür ve inandıklarına adanmışlığı vardır. Tek başınadır ve alışılmış tüm sahteliklere savaş açmıştır. Dünyayı değiştirememiş, haksızlıkları ortadan kaldırıp, yanlışları düzeltememiş ve prensesini bulamamıştır. Ama en azından denemiştir. Denemiş ve yenilmiştir.
Dünyayı değiştiremesek de bize gerçeklik adına dayatılan her koşula teslim olmayarak hayallerimizin peşinden gitmek kendi başına bir başarıdır şüphesiz. Hayallerimiz bize yol gösteren fenerlerdir. Bazen o ışıkları hayat kesintiye uğratsa da pes etmemek gerekir. Karanlıkta kaldığınızı hissettiğiniz anda oradan geçen ilk taksiye e atlayıp taksimetrenin yazacağı ücreti hiç umursamadan ‘’uzaklaşan hayallerimi takip et’’ demek bazen sizi kendinize götürür.
Önce hayaller ölür sonra insanlar. Bunun için bazı yaşayanlar ne kadar ölü, bazı ölüler ise bize ne kadar yakın durmazlar mı?
Hepimizin içinde bir Don Kişot yatar. Ancak, Don Kişot sevgili atı Rosinante’nin üzerinde yükseldiğinde her ne kadar gerçeklerden bağı kopuyorsa da, biz ayaklarımızı yerden kesmeden de yıldızlara uzanmaya devam edebiliriz. Ne dersiniz?