14 Ağustos 2022

Şiir okumak, şiir yazmak ve şiir gibi yaşamak

Nitelikli şiir, "herkesin anlayabileceği şiir" değildir. Öyle ki "bir hikâye değil" de "sessiz bir şarkı" olan şiiri, "mânâ araştırmak için deşmek", "terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını râ'şe (ürperiş) içinde bırakan hakir (cılız) kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek"tir. Unutmamak gerekir ki "En güzel şiirler mânâlarını kariin (okurun) rûhundan alan şiirlerdir."

Yazımın başlığı, Türkçenin dil ve anlatım konulu ders/test kitaplarının, 'özelden genele' ya da 'genelden özele' biçimindeki sıralamalarına yakın duruyor gibi. Bu başlığı seçmekle kolaydan zora doğru bir sıralama yaptım gibi geliyor bana ancak bir yanılma da olabilir benimkisi. Ahmet Haşim'in, bir şiirindeki anlam kapalılığı nedeniyle kendisini eleştirenlere cevap olmak yanında şiir hakkında bir manifesto niteliğindeki yüz yıl öncesinin Ağustos ayı yazısıdır beni de 'şiir' için bir yazının kapısına getiren. 

Desen: Selçuk Demirel

Şiir okumanın insanda ne tür bir gereksinim olduğu tartışıladursun şiirle olmanın her bir kişi için değişik gerekçeleri vardır kuşkusuz. Üstelik bu gerekçe, zamana ve ortama göre değişebilen, sabit olmayan bir gerekçedir de. Bugün de yalnızlığımızı, on altıncı yüzyıl şairi Fuzulî'nin, "Ne yanar kimse bana âteş-i dîlden özge/ Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı" dizeleriyle anlatabiliriz. Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın sorusu, insan(lık)la yaşayandır: "Söyle sevda içinde türkümüzü,/ Aç bembeyaz bir yelken/ Neden herkes güzel olmaz, /Yaşamak bu kadar güzelken? // İnsan, dallarla, bulutlarla bir, / Aynı maviliklerden geçmiştir/ İnsan nasıl ölebilir, / Yaşamak bu kadar güzelken?" Yaşadığımız olumsuzluklara seyirci kalanları, Nazım Hikmet'in diliyle uyarıyoruz: "Ben yanmazsam, / sen yanmazsan, / biz yanmazsak, / nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?" İçimiz, Cahit Sıtkı'nın, "Güzel şeyler düşünelim diye, / Yemyeşil oluvermiş ağaçlar," iyimserliğiyle dolsun isteriz bugün de. Her birimizin ne şiirleri, şairleri vardır ki saymakla bitiremeyiz onları. Veyl, öyle olmayanlara!

Kadim zamanlarda ve günümüzde bireysel okuyuşlardan ayrı olarak bir de toplulukta/ topluluğa şiir okumak var ki teknolojik gelişmelerin sağladığı olanaklarla apayrı boyutlar kazanmıştır bu 'neşide' geleneği. Haluk İpekten, geleneğini uzun zaman sürdüren bir edebiyatın bu şiir ortamını Divan Edebiyatında Edebî Muhitler (1996) kitabında anlatır. Namık Kemal'in, dedesiyle gittiği seçkin konakların toplantılarında şiir okuduğu Tanzimat yıllarının İstanbul kahvehanelerinde, şiiri güzel okuyanlar çayı 'meccanen' içiyordu, bilelim. Homeros'un şiirlerini sokaklarda okuyan rapsod'lar gibi Orta Asya obalarındaki kam'lar da yok toplumsal yaşamda ancak karşıdakiler şiir dinliyor bugün de. Yahya Kemal, "Hâlis bir şiir fenâ okunabilir, lâkin sahte bir şiir iyi okunamaz." yargısıyla açılan "Şiir Okumaya Dâir" (Edebiyata Dâir, 1984) yazısında şiir okuma konusuna açıklık getirerek sözünü söyler: "Hulâsa şiiri iyi okumak bahsini hangi tarafından kurcalarsak dâimâ bir noktaya varırız. O nokta da şudur: Hakîkatte bir lisan bestesi olan manzumeyi şâir tarafından bestelendiği gibi okumaktır." İsmet Özel'in, "Şiir okumak, insanların hayatında bir yer tutacaksa öğrenilebilir bir şey olmalı." dediği Şiir Okuma Kılavuzu (1980), ilgilisinin işini kolaylaştırabilir.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, "Sarışın buğdayı rüyâlarımızın, / Seni bağrımızda eker, biçeriz, / Acılar kardeşin, teselli kızın, / Zengin parıltınla dolar gecemiz." dizleriyle anlatmaya çalıştığı 'şiir' için tanım ve tarihçe belirlemek, haddi aşan bir iddiadır. Önce 'söz' var idiyse o var oluş da "kanatlı söz" olan 'şiir' olabilir pekâlâ. Helikon Dağı'nda sürüsünü otlatan çoban Hesiodos'a verdikleri çiçekli defne dalını asa yapmasını isteyen musa'lar, şiiri başlatanların ilki/ilkleri sayılabilir mi bilemem ancak kitabî bilgiler için Aristotales'in Poetika kitabına ulaşmalıyız herhalde. Yol uzun, yolculuk da çetindir şiir vadisinde. İlgilinin malumudur bu. 

Edebiyatın diğer türlerini kendi ekseninde toplayarak gruplandıran kadim tür şiir, tarihsel süreçte biçimi ve içeriğiyle tartışılmaktan geri kalmadıysa da insanın yaşamındaki işlevselliğini hiç mi hiç yitirmedi. Mitolojinin, dinlerin, filozofların, siyasetin, ideolojilerin, eğitimin, sanatın vb. gündemindeki yerini koruyan şiirin, sözü benzeri sahibi de sıra dışı olmak gerekir kuşkusuz. Dinleyeni/okuyanı etkileyişi gibi söyleyeniyle yazarını da ayrıcalıklı kılışı bu düz anlatımından ayrı oluşu sebebiyledir. Afşar Timuçin, "Bekçi aklıyla şiir olmaz. Şairin dünyasını tüketen şey aşırı hesap adamı olmaktır." (Edebiyat Estetiği, 2014) uyarısıyla bu sıra dışılığı vurgulamıştır. Erasmus'un konuşturduğu delilik, sıra şairlere geldiğinde, "Şairler bana o derece minnet borçlu değildirler; meslekleri doğrudan doğruya benim sunduğum armağanlara doğal bir hak kazandırır." (Deliliğe Övgü, 2000; çev. Nusret Hızır) diyerek 'şiir' ile 'şair' bilgilerimizi tazelemeye götürür bizi. Şiir ehline, şiire dair sözüm olamaz elbette ancak 'şiir nedir' bilmek isteyenlere M. Kayahan Özgül'ün dört başı mamur, "Şiir, Şair ve Sair" (Kandille İskandil, 2003) yazısını önerebilirim tereddütsüz.

Tanımlardan bir tanım, şiirin tanım belirsizliğinin gerekçesiyle yazılma sürecindeki güçlüğü de gösterebilir sanıyorum. Yahya Kemal, zamandaşı Faruk Nafiz'e Varşova'dan yazdığı mektubun ilk paragrafında şiiri tanımlamaya çalışır: "Şiir kalbden geçen bir hâdisenin lisan hâlinde tecelli edişidir; hissin birden bire lisan oluşu ve lisan halinde kalışıdır. Düşündüklerimizi vezinle ve lisanla ifâde edişimiz şiir değildir. Bir mısraın şiir olup olmadığı gayet âşikârdır. Derunî ahenk ile ifade edilmişse şiirdir. Fakat duyulmaksızın yalnız vezin ve lisan mümaresesiyle söylenen söz şiir olamaz." (Edebiyata Dâir). Yahya Kemal'in tanımı benzerleriyle birleştiğinde şiirin, bir tür çok bilinmeyenli denkleme benzemesi anlaşılabilir.

Şiir, hiç olmazsa ne olmadığından yola çıkılarak anlatılabilir de 'şiir yazmak' öğretilebilir bir beceri sayılmıyor çoklukla, anlatılanlara bakılırsa bu böyle. Bu 'şiir yazma' özel bir duyuş ve düşünüş işidir kuşkusuz. Alman şair Friedrich Hölderlin (d.1770), yeni şiirlerinden biriyle Friedrich Schiller'in onayını almak için gittiğinde "Ne dersiniz, bu bir şiir midir?" diye sormuş. Genç şairin ilk dizesini bile tamamlamadan şiiri geri veren Schiller (d.1759), okudukları için "Şiir değil, söz yığını." demiş genç şaire. Edip Cansever (d.1928) de onay için Tanpınar'a göstermiş şiirlerini. Genç şaire bakan Tanpınar (d.1901), "Bu şiirler çok güzel, hepsi de güzel. Ama hiç biri şiir değil." demiş. Genç Edip Cansever, usta bildiği Tanpınar'ın huzuruna hangi tarihte çıkmış bilemiyorum ancak Tanpınar, "Genç Şairlere Dair" (8 Mayıs 1941) yazısında, "her yapmak iddiasının yanı başında çok meşru bir yıkma hevesi daima mevcut" (Edebiyat Üzerine Makaleler, 1977) olduğu gerekçesiyle genç şairleri önemsiyor. Hölderlin de Cansever de öyle anlaşılıyor ki şiir yazma işini ilham perisine bırakmayıp da Rilke'nin, genç okuruna uyarısını önemsediklerinden 'şair' olmuşlardır.

Şiire dair kitaplar, şiir kitaplarının sayısına ulaşmadıysa da yaklaştı neredeyse. Bunca kılavuzdan Şiir Nasıl Yapılır (Viladimir Mayakovski), Yay ve Lir: Şiir Nedir (Octavio Paz) ya da Şiirin İlkeleri (Salah Birsel) benzeri kitaplar, şiirinin büyüsüne kapılan gençleri şair yapar mı, sanmıyorum. Rilke, okuduğu subay okulunda şiirlerinden etkilenen ve yazdıklarını dergilere gönderen gence yazdığı mektupların birinde, şairliğin ilkelerin sıralar: "Gözlerinizi dışarılara çevirmişsiniz; ama işte en başta vazgeçmeniz gereken şey. Kimse akıl veremez, yardım elini uzatamaz size, hiç kimse. Tek çıkar yol, gözlerinizi kendi içinize çevirmenizdir. Size yazmanızı buyuran nedeni araştırıp ele geçirmeye bakınız. Yüreğinizin ta en dip köşesinde kök salıp salmadığını araştırınız bu nedenin. Yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize. Özellikle şunu yapın: Gecelerinizin en kuytu saatinde kendinize şu soruyu yöneltin: İlle de yazmam gerekiyor mu?" (Genç Bir Şaire Mektuplar, 2020; çev. Kamuran Şipal)

Hayatı şiir gibi yaşamak, bugün için bir ütopya. Hayatın şiir gibi yaşandığı zaman dilimi tarihin kayıtlarında yer almış mıdır diye sorsak yolumuz varla yok arası 'altın çağ' denilen belirsizlikler ülkesine çıkacaktır. Şiir için 'darası alınmış söz' denilir ya insan yaşamındaki fazlalıkları belirleyip de çıkarmak ne mümkün. Şiir anlatılırken ahenk, ritim, müzik, düzen vb. sözcükleri kullanırız açıklamanın gereği, oysa bugünün hız çağında hiç mi hiç yeri yok anılan sözcüklerin. Şiirin saflığıyla yaşama bakabilmemiz ne mümkün. Belki, Kelimelerin Büyülü Dünyası (John C. Condon, 2000; çev. Murat Çiftkaya) benzeri, 'insanların uyumlu dünyası' gerekir şiir gibi yaşamak için. Böyle bir yaşam da insan doğasıyla uyuşmaz.

Anlamlı yaşam, olduğu gibi yaşanan olmalı, şiirin takip eden dizeleri gibi ardışık ancak yaşam, şairin sözcük seçme özgürlüğünü vermiyor bize yaşama seçeneği olarak. Sipariş şiirlerin zorlama ritmine benzer dayatmalarla sürüyor hayatımız. Ne çok engel var karşımızda, seçip aldığımız yaşam biçimlerini elimizden çekip alan. Yapıp edemediğimiz, açıkçası yaşamadığımız ne çok şey(imiz) ağır tortu tabakası içimizde buna karşılık yapmamız istenilen ne çok şey/ler ise bir yük sırtımızda. Öyle bir dünyamız olsa ki yalnız kendimizin sığabileceği kadar küçük ama dünyayı içine sığdırabileceğimiz büyüklükte, adı da 'O Belde' olsa. Orhan Veli'nin "Yaşamak" şiirindeki güçlüktür bence 'şiir gibi' olanı bozan: "Biliyorum, kolay değil yaşamak, / Gönül verip türkü söylemek yar üstüne; / Yıldız ışığında dolaşıp geceleri, / Gündüzleri gün ışığında ısınmak; / Şöyle bir fırsat bulup yarım gün, / Yan gelebilmek Çamlıca tepesine... / -Bin türlü mavi akar Boğaz'dan- / Her şeyi unutabilmek maviler içinde."

Modern şiirimizin öncülerinden Haşim, 15 Nisan 1921'de yayımlanan "Bir Günün Sonunda Arzu" şiirinin, "mânâsı bazılarınca lüzumundan fazla muğlak telakki edilmiş" olması nedeniyle şiirde 'mânâ' ve 'vuzuh' hakkındaki görüşlerini, "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" (8 Ağustos 1921) yazısıyla (Piyale kitabı önsözü) açıklığa kavuşturur. Zamanın toplumsal koşulları göz önüne alındığında şiir adına önemli açıklamalar içerir Haşim'in yazısı. Yalnızca şiir hakkında değil, bizdeki edebiyat ortamıyla ilgili değerlendirmeler de vardır yazıda. Suut Kemal Yetkin, "Şiiri Yaşamak" (4 Ocak 1958) yazısında, Haşim'in yazısına gelinceye dek, "şiir üzerine hiç düşünülmemiş, düşünülmüşse bile okuyuculara hiçbir şey söylenmemiş" olduğunu söyler. Dikkatle bakılsın, yüz yıl sonra bile Haşim'in şiir görüşlerinin çok da ilerisinde değiliz. Tanpınar, "Biz bugünkü nesil, fikir ve sanat hayatına, Hâşim'in yıldızı altında girdik." derken sonrasının gerçeğini önceden vurgulamıştı doğrusu.

Haşim, şairi "hakikat habercisi" görmediği gibi "vâz-ı kanun" da saymaz. Ona göre şairin dili, düzyazı gibi "anlaşılmak" değil de" duyulmak" için var olan, "musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın" bir dildir. Bu nedenledir ki şiir, "nesre kabil-i tahvil olmayan nazım" demektir. Nitelikli şiir, "herkesin anlayabileceği şiir" değildir. Öyle ki "bir hikâye değil" de "sessiz bir şarkı" olan şiiri, "mânâ araştırmak için deşmek", "terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını râ'şe (ürperiş) içinde bırakan hakir (cılız) kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek"tir. Unutmamak gerekir ki "En güzel şiirler mânâlarını kariin (okurun) rûhundan alan şiirlerdir." Öz olarak söylenirse "şiir, resullerin sözü gibi muhtelif tefsirata müsait bir vüs'at (genişlik) ve şümulü haiz olmalı. Bir şiirin mânâsı diğer bir mânâ olmağa müsait oldukça, her okuyan ona kendi hayatının da manasını izafe eder ve bu suretle şiir, şairlerle insanlar arasında müşterek bir teessür lisanı olmak pâyesini ihraz edebilir." Haşim'in, "izah edilmeksizin kendiliğinden anlaşılan şiiri duymak için en ibtidâî asabî teçhizattan mahrum" oluşundan yakındığı, bugünün 'test ve dilbilgisi uzmanı' öğretmeninin elinde can çekişen şiiri tez elden kurtarıp kurtaramayacağımızı da düşünelim derim.

Puşkin'in, şiir belleğimize yerleşmiş "Şaire" şiiriyle bitiriyorum.

Ey şair! Kulak asma, sevgisine sen halkın
O canım methü sena, anlık gürültü, geçer;
Kuru kalabalığın gülüşünü duyarsın,
Ve aptalın hükmünü; fakat metin ol, boşver.

Sen çarsın; yalnız yaşa, yolunda yalnız yürü,
Yürü, hür vicdanının seni çektiği yere 
Olgunlaştır, sevgili meyveyi, tefekkürü;
Hizmetine karşılık bir mükâfat bekleme.

Her şey sendedir, sende; büyük mahkeme sensin;
Eserine, elden çok, kıymet biçebilensin,
Söyle ey titiz şair, sen ondan memnun musun?

Memnunsan, kalabalık varsın küfretsin sana,
Tükürsün, ateşini yakan, ulu mihraba
Şamdanını, çocukça öfkeyle sarsadursun.

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961’de Trabzon’un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı’da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). 

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, kitapeksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile Edebiyat Ufku, K24ve Gazete Duvaradlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. 

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı ‘kitap kültürü’ dergisini yönetti ve dergide yazdı. 

Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile T24 Haftalıkve Aksi Sanatsanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. 

Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk’ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"