15 Ağustos 2021

Maksim Gorki, her gazeteye bir “Bozguncu” gönderebilir miydi?

Gorki’nin, “Bozguncu” öyküsünü, modern edebiyatının kurmaca metne dair kuramsal ölçeklerine vurmadan da okuyabilmeliyiz. Edebiyatçı olmayan ne çok kişi okusun isterdim bu öyküyü.

Sabahattin Eyuboğlu’nun, ölümünden sonra notları arasında bulunan “Yazar Üzerine” başlıklı aforizmalarındaki “Karısını, kızını satan mutsuzun suçu, kalemini satan yazarın suçu yanında devede kulaktır.” (Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem 1997) karşılaştırması, sınav adaylarının konu anlatım kitaplarındaki ‘cümlede anlam’ konusunda yer alan ‘karşılaştırma cümlesi’ örneklerine eklenip geçilecek sıradan bir cümle değildir. Eyuboğlu, açık seçik biçimde ‘namus’ ile ‘yazı’ karşılaştırmasını ‘ahlak suçu’ ölçeğiyle yaparken ‘yazı’ ahlaksızlığının boyutuna dikkat çekmek istemiştir karşılaştırmasıyla. Bu yazımın, adı geçen karşılaştırmada tartı ayarını belirlemek gibi bir kaygısı yok. Sorun(um), ‘kalemini satmak’ deyiminin izleğinde edebiyatın kurmaca bir metnini bugün için okumak.

 Türkiye’nin, Avrupa’ya “kıvılcım” olarak gönderip de oradan “volkan” biçiminde dönmelerini beklediklerinden biri; çevirmen, akademisyen, deneme ve eleştiri yazarı, eğitim müfettişi, sinemacı Sabahattin Eyuboğlu’nun, ‘kalemini satmak’la suçladığı ‘yazar’ sözüyle kimleri kastettiği belli değil ancak toplumsal yaşamdaki etkinliği dikkate alınırsa suçlamanın hedefinde ‘gazeteci yazarlar’ olduğu söylenebilir. Genel adlandırmayla ‘yazar’ topluluğunun içinde olanlardan hiçbiri, ‘kalemini satmak’ gibi ağır bir suçu kesinlikle kabullenmez. Bu böyle de her birimizin yaşamdaki tanıklıklarımız bir yanılsama ve ‘kalemini satmak’ deyimi de bu yanılsamalardan mı türedi acaba? Peki ya edebiyat çevrelerinde ‘yaşadıklarını yazıyor’ olmakla suçlanmış Gorki, “Bozguncu” öyküsünü ne diye yazdı dersiniz.

Dünya edebiyatında Ana (1906) romanıyla bilinen çağdaş Rus edebiyatının “toplumcu gerçekçi” yazarı Maksim Gorki (1868-1936), ‘otodidakt’ kişiliğiyle de bilinmesi gereken bir edebiyatçıdır. Anlatılanlara bakılırsa yalnızca birkaç aylık ‘okul eğitimi’ ile yetinip sekiz yaşlarında çalışmaya başladığı anlaşılan öykücü, romancı, tiyatro yazarı ve Sovyet Yazarlar Birliği kurucusu ve ilk başkanı Gorki, bu yönüyle de önemli bir isimdir edebiyat dünyasında.

 Gorki’nin, 1897’de yayımlandığı anlaşılan ‘yazılması gerekeni yazmak’ durumundaki gazete başyazarının geçmişine yönelik sorgulamayla sorunu neredeyse ‘ruhunu satmak’ boyutuna vardıran “Bozguncu” (Bozguncu -Seçme Öyküler-, Can 2015) öyküsünü okuduğumda Sait Faik’in, “Ay Işığı” öyküsündeki iş bulmak için gittiği gazetede başmuharririn kendisine “Nasıl bir dünya arzuluyorsunuz?” sorusuna tarihsel bir cevap veren genç işsizini düşündüm. Bu da Sait Faik’in ‘dünya bozguncusu’ dedim öyle ya beğenmediği dünyaya eklemeler yapıyor öyküdeki genç işsiz de.

“Bozguncu” öyküsünün hemen açılışında, başyazar Mitriy Pavloviç’in burnundan soluduğu hayli gergin bir hava yaşanan N… gazetesinin yazıhanesinde gazete patronu Vasili İvanoviç, dizgici Nikolay Semyonoviç Gvozdev, başdizgici ve başka bazı görevlilerin arasında buluruz kendimizi. Telaşeye bakılırsa ortada büyük bir gazetecilik sorunu vardır. Gazeteye geldiğinde o günkü yazısında değişiklik yapıldığını gören başyazar, “Bütün Rusya’ya rezil olacağız…” kaygısıyla ortalığı ayağa kaldırır, çalışanları toplayarak herkesi hesaba çeker, yazısına müdahale eden suçluyu bulmaya çalışır… Asıl hesap sorulacak kişi, gelmesi sabırsızlıkla beklenen gazete düzeltmenidir. Patronun, durumu idare etmeye çalıştığı odadakiler, başyazarın “aranızda gazetenin, basının ne olduğunu anlayan onurlu biri varsa…” tiradıyla başlayan gerilimli sözleriyle suçluyu merek eder oysa suçlu kendilerinden biridir.

N… gazetesinde başyazarın burnundan solumasının nedeni, yazısındaki “Yüce meclisimizin sorunları fazla incelemeden yasalar çıkarması basın için her zaman sert eleştiri; yani aptalca saçma ve anlamsız şeyler geveleme konusu olmuştur!” cümlesinin, “Aptalca saçma ve anlamsız şeyler geveleme” kısmının başkası tarafından cümleye eklenmesidir. Eklemede başyazarı asıl işkillendiren ise “geveleme” sözcüğüdür. Başyazarın tehditler savurduğu gergin ortamda herkes, birbirinin gözüne “suçlu sen misin” der gibi bakarken “ellerini pantolonun ceplerine iyice sokmuş, öfkeli çakır gözlerini başyazara kayıtsızca dikmiş” dizgici Gvozdev, eklemeyi kendisinin yaptığını, cezası işten çıkarılmak mı, mahkemeye çağırılmak mı her ne ise de kabulleneceğini söyler. Gorki, gazete çalışanlarının hesaba çekilme sırasında insan ilişkilerindeki evrensel bir noktaya da dikkat çeker: bir günah keçisi bularak aklanma çabası… Patron, “Sosyalist mi?” diye sorar, diğerleri de potansiyel suçlu olduğunu gösterme yarışına girerler Gvozdev’in. Başdizgicinin tanımlamasıyla o, tam bir “bozguncu” kişidir. Suçluyu bulan başyazar Mitriy Pavloviç, ilk şoku atlattıktan sonra “çiçekbozuğu” dizgiciye bu eklemeyi niçin yaptığını sorar. Dizgicinin cevabı, başyazarın zihnini allak bullak etmekle kalmaz, gazeteciliğin yerleşik işleyiş düzenini de alt üst eder.

Gorki, bu ilk çatışmada bir ustalıkla gazetenin sahibini dahi paylayabilen bilgiç başyazarının karşısına, “ben okumuş bir adam değilim, sözlerim söylemek istediklerimi tam anlatmayabilir” diyebilen dizgiciyi çıkarır. Okumamış dizgici Gvozdev -üç aylık okul eğitimi olan Gorki mi demeli yoksa- gazetecilik dersi verir gazetecilere, başyazar Pavloviç’in şahsında: “Sizin bu makalelerinizi ben de okuyorum. Tutarsınız biz işçilerden söz edersiniz… Bunları ben de okurum… Baştan başa saçmalıklarla dolu bu yazıları okumak, bana ne denli zor geliyor bir bilseniz! Bunlar utanılacak şeylerdir düpedüz, Mitriy Pavloviç!... Çünkü ‘Soygunculuğa Paydos’ diye yazarsınız, basımevinde dönen dümenleri görmezlikten gelirsiniz. Geçen hafta Kiryakov üç buçuk gün çalışarak üç tane sekiz grivennik hak etti, sonra hastalanıverdi. Karısı yazıhaneye parayı almaya geldi; müdür tuttu, değil para vermek, üstelik yirmi ruble ceza ödemesini istedi. Hani soygun olmayacaktı? Neden bu düzensizlikleri yazmazsınız? Müdür, köpek gibi hırlar durur, incir çekirdeğini doldurmayan şeyler için çocukları pataklar. Bütün bunları yazmazsınız; çünkü sizin de siyasetiniz aynıdır… İnsanların kötü yaşadıklarını yazdınız da ne oldu? Size şunu söyleyeyim ki, elinizden başka bir şey gelmediği için bunları yazıyorsunuz… Burnunuzun dibindeki barbarlıkların hiçbirini görmezsiniz, tutar bilmem hangi ulusun barbarlığını uzun uzun anlatırsınız. Sizin bu makaleleriniz zırvalık değil de nedir?”

“Bozguncu” öyküsünün “dağ” adı verilen gezinti yerinde yaşananlar, laboratuvardan ayrılıp gerçek yaşamla buluşmanın sahihliğini andırır; yapaylıktan doğallığa geçiş söz konusudur burada. Öykücü Gorki, gezinti yerinde yalnız başına dolaşan okumamış Gvozdev ile başyazar Pavloviç’i buluşturarak onların geçmişine doğru bir yolculuğa çıkarır okuru. Başlangıçta dizgici ile konuşmaya pek istekli olmayan başyazar, okumamış dizgici ile sohbeti ilerlettikçe uçuşları “ayır ayrı” olsa da “aynı yuvanın kuşları” yani çocukluk arkadaşı olduklarını öğreniriz onların. “Bir zamanlar kendisi Çilingirlerin Nikolka’sı, başyazar da Zangoçların Mitka’sıydı. Onların bir de ‘Şekerlik’ adını taktıkları Mişka, diye bir arkadaşları vardı. Bir de sokaklarının en ucundaki evde oturan memur çocuğu Vaska Jukov.”  Özlemle andıkları çocukluk günleri yaşamışlardır birlikte. Ne var ki onların her biri zamanla sınıf atlamış, yalnızca Çilingirlerin Nikolka’sı olarak kendisi, “Arka Islak Sokak’ta sıradan insanların arasına karışmış” kalmıştır öylece. Faturayı kendisine keser dizgici: “Bir düşünüyorum da, benimle arkadaşlarım arasındaki fark, benim ortaokulda kitap başına oturmayışımdır. Aklıma geldikçe kahroluyorum…”  Okumuş ve sınıf atladıkça da insanlık duygularından uzaklaşanların aymazlıklarıyla karşılaşınca kadim soruyu sorar okumamış Nikolka: “İnsanlık bu mu demektir?” Gazetenin bürosunda bir tür ast-üst ölçüsüyle görüşen ikili, devrilmiş ağacın üstünde oturduklarında dostça konuşurlar ve öyle bir an gelir ki okumamış dizgiciye “Doğru söylüyorsunuz!” der, başyazar.

Gezinti yerinde dolaşırken “kendini büyük bir bütünün bir parçasıymış gibi herkese eşit hissetmek” istemişse de yaşam kavgasında yenilmemek için tahammülü kolay olmayan türlü zorluklara katlandığını açıkça söyleyen dizgici Gvozdev, “Ben bir esnaf çocuğuyum Hrulev de öyle, siz de bir zangocun oğlusunuz” der ve “bu yaşamın asıl efendileri olan soylu kişilerden değilsiniz” diye açıklama yapar başyazara, kendisini ve yaşamın gerçeğini anlaması için. Başyazar Mitriy Pavloviç, köşesinde yazdığına benzer biçimde yine yukarıdadır, olmak istediği bu yerden bir türlü inmek istemez aşağıya ve bir ‘mesafe’ koyar okumamış dizgiciyle arasına. Gorki, bu sınıf farklılığını “bakış açısı” sözüyle somutlaştırır öyküde. Gazetenin yazıhanesindeki konuşmasında gerçekçi olmamakla suçlayıp ‘gazetecilik dersi’ verdiği başyazar Mitriy Pavloviç’e bu kez de çocukluk arkadaşı olarak ‘insanlık dersi’ verir dizgici Nikolay Semyonoviç Gvozdev: “Bir insanın başka bir insana ilgisi bakış açısından değil, yüreğinin kımıldanışında kendini belli etmeli. Sonra nedir bu bakış açısı dediğiniz? Ben yaşamın haksızlıklarından söz ediyorum. Beni bir bakış açısı yüzünden çürüğe çıkarmak doğru mu? Ben yeryüzünde çürüğe çıkarılmış bir insanım, kurtuluş yolum yok… Peki, niçin? Okumamış olduğum için mi? Eğer siz okumuş insanlar bakış açısından değil de başka biçimde hareket etmiş olsanız, sizlerle aynı tarlanın ürünü olan beni anımsayıp içinde bulunduğum bilgisizlikten, duygularımın hırçınlığından eski arkadaşınızı çekip çıkarmak istemez miydiniz? Ya da bakış açısıyla hareket ekseniz bile, aynı şeyi yapamaz mısınız?”

Öykünün sonu, sözün bittiği yerdir adeta, yaşadığı dünyanın gerçeklerine bir türlü dönemeyen başyazara; “Eh baylar, sizlere büyük akıl verilmiş ama yüreğiniz de taşlamış…” demek zorunda kalır dizgici. Çocukluk arkadaşıyla bira içmeyi “soyluluk” adına reddeden Pavloviç, “çiy düşecek” bahanesiyle ayrılıp gidince yakındaki ağaçların arasından “O-o-u-u!..” diye bir ses yankılanır, insanın sustuğu yerde.

“Bozguncu” öyküsünde uzaktan da olsa bir Sait Faik tadı hissettiğimi söylemeliyim ancak öykünün bizdeki yansıması için yolumuz öncelikle Orhan Kemal’e çıkar elbette. Neyse ki konu bu değil. 1928’deki “Yazmayı Nasıl Öğrendim” konuşmasını, “İnsana saygım var, onun önünde eğiliyorum, çünkü dünyamızdaki her şeyin, onun düşüncesinden, düş gücünden ve sanılarından, kuşkularından, yaratıcı gücünden kaynaklandığını, onun ürünü olduğunu görüyorum.” (Edebiyat Yaşamım, 1989) sözleriyle sonlandıran Gorki’nin, “Bozguncu” öyküsünü, modern edebiyatının kurmaca metne dair kuramsal ölçeklerine vurmadan da okuyabilmeliyiz. Edebiyatçı olmayan ne çok kişi okusun isterdim bu öyküyü.

Öyküdeki dizgicinin, makalesine ekleme yaptığı başyazara anlatmaya çalıştığı ‘dürüstlük’ vurgusunu, Gorki’nin doğumundan altı yıl önce yayımlanan Sefiller romanının, “Bir ermiş olmak istisnadır, dürüst bir insan olmak kuraldır. Yanılın, gücünüzü kaybedin, günah işleyin, ama dürüst olun.” cümlelerine ekliyorum. Öykü, bir başyazarın sorununu anlatır gibi görünüyorsa da özellikle şiir ve kurmaca metin dışında kalemi eline alanların her birini iç sorgulamaya çağırıyor, bunu söylemeliyim. Bu bağlamda gazetecilik/medya sektörü, satış/kazanç ile içerik/değer önceliklerini bu çağda yeniden sorgular mı bilemem. Bugünün, ‘ele verir talkımı kendi yutar salkımı’ anlayışının iyice yerleştiği gazete/medya sektöründe pek çok Pavloviç var da dizgici Nikolkin, fenerle aranacaklardan biri herhalde. Başyazar Pavloviç, dizgicinin uyarısıyla mekânı belli olmayan soygunculuk yerine yanı başında, kendi gazetelerindeki haksızlıkları yazacak olsaydı büyük olasılıkla Refik Halit Karay’ın “Hakkı Sükût” (Memleket Hikâyeleri) öyküsündekine benzer ‘sus payı’ ile vazgeçirilecekti yazmaktan. Öykünün sonunda her birimiz şunu sorabiliriz kendimize: Okumuş olmak, bizi ne kadar yüksekliğe çıkarmalı ki aşağıdakileri görme mesafesinden uzaklaşmamış olalım?

Maksim Gorki yazmamış ya “Bozguncu” öyküsünün her bir okuru -okuduğunun kurmaca bir metin olduğunu unutarak- N… gazetesi, o günün sabahında dağıtıldığında Rusya’da gerçekten ‘rezalet diz boyu’ olmuş mudur diye merak edebilir. Bizdeki Cumhuriyet rejiminin dünya ile buluşmayı önemsediği o ilk yıllarda, yeni devletin bir bakanı ya da başka önemli bir yetkilisi resmi görevle ilk kez Rusya’ya gönderilmiş. Zamanın gazetelerinden biri de bu heyecan verici gelişmeyi duyurabilmek için parlak bir manşetle çıkmayı planlayarak adı geçen kişi için “O bir kuştu, Moskova’ya uçtu” demek istemiş. Gecenin yorgunluğu ve telaşıyla olmalı manşet yazısı, “O bir puşttu, Moskova’ya uçtu” şeklinde basılmış. Gazetesini Atatürk’e götürecek patron hayli gerilmiş, üzülmüş, bu olumsuzluğu nasıl anlatacağını epey düşündükten sonra geç de olsa huzura varmış. Gazetenin sahibi gelmeden gazeteden haberdar olan Atatürk, karşısında ezilip bükülen yetkili derdini anlatırken sözünü keserek havayı yumuşatmak için “Üzülme evlat! Ara sıra gazeteler de böyle doğru şeyler yazsın” demiş.  

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"