11 Temmuz 2021

Covid-19, Açlık Sanatçısı, Aşağıdakiler ve şarkıcı İlhan Şeşen

Yüksünmeden "sokak çalgıcılığı" yapacağını söyleyen şarkıcı İlhan Şeşen'in açıklamalarını okuduğumda Kafka'nın, kafesin içinden dünyayı gözlemleyen "açlık sanatçısı" canlandı bir an gözlerimin önünde, bir tel koptu içimden

Dünyayı ve ardından 2020 Mart ortalarından sonra da Türkiye'yi sarsan Covid-19 salgını, hemen her alandaki yıkımlarıyla uzun yıllarda onarılamayacak derin yaralar açtı toplum yaşamında. Sürecin ekonomik yıkımı, sanat etkinliklerini bitirmekle sonlanmış gibi görünen tehlikesini, geleceğin uygun zamanlarında sanatın yeşerme umudu sanatçıların yaşamlarına son verme boyutuna vardırdı ne yazık ki. Bu olumsuz durum, önceleri belki yalnızca sanat eserinden edinilecek ekonomik bir kazanç ile sınırlı iken bugünlerde sanatçının asgari koşullarda yaşamını sürdürmesinin vazgeçilmezine dönüşen 'para' değerini sanat ortamında yeniden gündeme getirdi. Pandemi süreci, sanat camiasının nefesini büsbütün kısmışken şarkıcı İlhan Şeşen, iç burkan açıklamasıyla adları bir arada anıldığında ortamın birdenbire sevimsizleşmesine neden olan 'sanat' ile 'para' ilişkisinin tarihsel eskiliği bir yana onların, 'sanatçının parayla sınavı' sözünü yaygınlaştıracak ölçüdeki güç ilişkilerini de tartışmaya açtı denilebilir. Şeşen'in açıklamaları, bir yandan Grub Street'e, diğer yandan Kafka'nın öyküsüne, ardından Aşağıdakiler (İrfan Yalçın) romanına götürdü sanatseverleri.

Her ne zaman 'sanat' ile 'para' ilişkisinden söz edilse Sabahattin Eyuboğlu'nun, kitabının da adı olmuş "Mavi ve Kara" başlıklı (1958) yazısını anımsar, dönüp yeniden okurum "Maviyle sanat, karayla para demek istiyorum." cümlesiyle başlayan yazıyı. Kendi adıma, bir tür şiir tadı aldığım bu yazı, 'sanat' ile 'para' ilişkisinde sözünü ettiğim 'sınav' çelişkisine de göndermeleri olan bir manifestodur benim için. Yazısının, "Sanat hiçbir ortak kabul etmeyecek kadar kıskanç bir sevgilidir." yargısıyla beni kendine çekmiş Eyuboğlu, "Sanatçısını parasız bırakan bir toplumun utanması gerekir ama sanatçı, gerçek yaratıcı olmaktan çıkmış birinin de sanat adına para kazanmaktan utanması gerekmez mi?" sorusuyla denge politikası güderek sorun'un iki ayrı yönüne dokunmuştur bence.

Bu yazımı yazarken Mavi ve Kara kitabının, "Sanatı hor görenler, ne kadar önemli, hatta yararlı da olsalar, korkulur, korkmalı onlardan: Çünkü insanı da hor görebilir öyleleri." cümlesiyle başlayan "Devlet ve Sanat" başlıklı (1965) yazısını da okudum, bir öncekinden ayrılır yanı yok yazının. "Sanatı devlet de soysuzlaştırabiliyor, sanatçı da: Biri satın alarak, öteki satılarak." yargısını seçip aldım yazının içinden. Andığım bu yazıdan yarım yüzyıllık bir zaman sonra yaşadığımız olumsuz süreçte sanatçıların ekonomik durumlarına çözüm önerileri sıklıkla konuşulurken bir kez daha dikkat ettim Eyuboğlu'nun o günlerdeki uyarısına: "[D]evlet tuttuğu eli bağlayabilir de: İşte bütün sorun bunu önlemekte. Sanatın kaderi, kimler olursa olsun, iktidara gelenlerin keyfine bağlı kalacaksa devletin sanata hiç karışmayıp halkın keyfine bırakması daha iyi olur." Hiçbir dönemde göz ardı edilemeyecek bir uyarı değil mi?

Uygarlık sürecinin gelişmesindeki payları yadsınamaz 'sanat' ve 'para', tarihsel ilişkileriyle çelişkilerini sanatçının 'özgürlük' alanında yoğunlaştırmıştır. Bu çatışmayı yalın biçimiyle anlatırsak sanat, kişinin (sanatçının) özgürce yaratma dünyası iken buna karşılık para, bir başka gücün yaratıcı kişinin özgürlük alanı üzerindeki baskı aracıdır, diyebiliriz herhalde. Bu gerginliği sanatçı lehine savuşturmak isteyenlerin, 'sanat, sanat için yapılır, para için değil' benzeri önerilerinin, geçmişte olmadığı gibi bugünler için de geçerliliği yoktur bence. Sanatçı, hangi alanda etkinlik gösterecek olursa olsun yaptığının -yaratıcılık oluşuna benzer ölçüde- bir de ekonomik boyutu olduğunu göz ardı edemeyiz. Sanatçı dediğimiz kişi de yaşamını insanca sürdürmeli, kendi sanat etkinliğinin türlü gereksinimlerini karşılayabilmelidir. Sanatçının yaratıcılığı ile özgürlüğü arasında, tartışması bitmeyen 'para' ölçüsünü Eyuboğlu'nun cümleleriyle anlatayım: "Sanatçının bir evliya olmasını, dünyadan elini eteğini çekip güzellik yaratmanın mutluluğuyla yetinmesini mi istiyorum? Hayır; dünyamızın en çok onun dünyası olması istiyorum, ama sanatçı kalması, insanlığın en temiz sesi olması şartıyla." Sanatçının yaratıcılığı da böyle bir gerginlik ortamında oluşabilir ancak.

Sanatın, kitaplara sığmayan tarihine bakıldığında 'zanaat' ile 'sanat' sözcüklerinin uzun zamanlar süresince aynı görevle kullanıldıkları görülebilir. Her ikisinin de ortak vurgusu 'üretim' odaklı olmaları ve yapılanın bir karşılığının olması gerektiğidir. Larry Shiner, başucu kaynağımız Sanatın İcadı (Ayrıntı, 2013) kitabının başlangıcındaki "Büyük Bölünme" yazısında, bugünkü kullanımıyla 'güzel sanatlar' kavramının "evrensel, ezeli ve ebedi olduğu ya da en azından eski Yunan'a veya Rönesans'a dek uzandığı" varsayımındaki yanılsamaya dikkat çekerek iki alanın birbirinden kopuşu için zamanın 'XVIII. Yüzyıl' dilimini işaret eder: "XVIII. yüzyılın sonuna gelindiğinde 'sanatçı'yla 'zanaatçı' birbirinin zıddı haline gelmişti; artık 'sanatçı' güzel sanat eserlerinin yaratıcısıyken, 'zanaatçı' sadece faydalı ya da eğlenceli şeyler yapan birisiydi." Anlaşılan o ki sanatta estetik kaygı yakın zamanlardadır.

Tarihsel sürecin 'zanaat' ile 'sanat' ortaklığındaki bu kadim ayrıntıya değinmemin nedeni, âlemin malumu olanı sıralamak değil elbette. Söylemek istediğim, sanatçı olarak ortaya bir şey koyan kişinin bu emeğinin ekonomi ile ölçülen bir karşılığı olduğudur. Hemen ekleyeyim ki değişimi belirleyen 'yüzyıl' ya da 'devrim' ölçeğinin öncesinde olmadığı gibi sonrasında da büsbütün özgür sayılamaz sanatçı. Vaktiyle siparişi veren varlıklı bir kişinin istekleri sınırlarken sanatçının özgürlüğünü, 'güzel sanatlar' çağı dediğimiz yeni dönemde ise sipariş almadan üreten sanatçının yaptığını beğendireceği piyasanın ölçüleri sınır çizgisi çekiyor sanatçıya. Var olmak kaygısı işte bu belirsiz ortamda başlıyor sanatçı için.

Sanatın evrensel tarihindeki bu alan ayrışmasının bizdeki yansıması, bizim coğrafyamızda sürecin benzer saiklerle işlemeyişi ve sanat dışı kaygıların belirleyici olması nedeniyle oldukça sorunludur. Böyle de olsa 'XVIII. Yüzyıl' ya da 'Sanayi Devrimi' sonrasının sanatçı dönüşümü için bizde 1940'lı yılları önerebilirim. Kesin tarih çizgileri olmayan bu önerim, hamaset yanlıları ile yeni rejimin kurucusuyla bilindiği ilk zamanlarında (1923-40) sanatın/sanatçının aradığı özgürlüğüne kavuştuğu yanılsamasındakilere sevimsiz gelse de bu böyledir. Bizde sanatçılar, 1940'lı yıllardan sonradır ki kendi kendileri olabilmeye, eserlerini sunacakları bir kitleyi oluşturmaya ve dolayısıyla da o kitleyle yüzleşmeye başlamışlardır; öncesindeki dönemde yapılan, siparişin varlıklı bir kişi için olmayıp da bu kez kamu (devlet) adına verilmesidir.

Bu yazıdaki konum(uz) 'canon edebiyatı/sanatı' değil ancak Eyuboğlu'nun, "devlet tuttuğu eli bağlayabilir de" uyarısının dikkate alınması gerektiğini düşündüğümden Nilüfer Öndin'in, "Cumhuriyet'in kuruluş yıllarından itibaren sanat yalnızca estetik bir sorun olmamış, çağdaşlaşmayı sağlayacak devrimlerin, halka benimsetilmesi işlevini de yüklenmiştir." cümlesini aldığım Cumhuriyet'in Kültür Politikası ve Sanat 1923-1950 (İnsancıl, 2003) kitabını, ilgililerin bilmesini isterim. Kitabı okuyanlar göreceklerdir ki ressamlara siparişle yaptırılan tablolar, devlet tarafından satın alınarak depolara yığılmıştır o yıllarda. Dönemin bazı yazarlarına, sonradan adları bile unutulacak oyunlarının "İnkılap Edebiyatı" için sipariş yöntemiyle yazdırıldıklarını ve daha fazlasını bilmek isteyenler, Esra Dicle Başbuğ'un, Resmî İdeoloji Sahnede (İletişim, 2013) kitabına bakabilirler. Bir dönemin edebiyatçılarının "acılı kuşak" olarak bilindiği ve söz yerindeyse 'her yazarın bir polisinin olduğu' 1940'lardan sonradır ki 'sanatçı/yazar' kişiler, Jules Renard'ın sözüyle "İnsan kendi özgünlüğünü edinmeden önce nelere katlanıyor" (Yazmak Üzerine Notlar, Sel 2014) olduğunu öğrenmeye başlamışlardır.

İlhan Şeşen (d.1948), kendisiyle görüşen gazetecinin: "Bu zor süreç sizi ne denli etkiledi?" sorusuna verdiği: "Vallahi çok ağır geçti. Ben yine az çok geçmişte para kazanan bir adam olarak onu yedim. Ama şimdi çok zor durumdayım. Bu durum üç-dört ay daha sürerse belki intihar etmem ama sokakta çalgıcılığına başlayacağım. Mecburum buna!" (Posta, 27 Haziran 2021) karşılığı ile gazete haberinden çıkarılan romanları anımsattı bana. Bu görüşmeden roman çıkar mı, sanmıyorum. "Hiç yüksünmüyorum. Sağlığım elverirse sokağa ineceğim çalmaya." sözleriyle de kararlılığını belirten, hemen her kesimden sanatseverin tanıyıp bildiği yetmiş üç yaşındaki bir müzisyenin "sokak çalgıcılığına" başlayabileceğini söyleyecek duruma gelmesi ve üstelik bu çaresizliğin başka sanatçılar adına da dillendirilmiş olması trajik bir durum elbette. Kurmaca gerçeğe dönüşüyor anlaşılan.

Esendal'ın, öyküye adını veren Haşmet Gülkokan'ı, "yoksulluk maskaralık bee!" der ya, dara düşen sanatçılar da çözüm yoları aramışlardır kendi çaresizliklerine. Mark Twain'in "Sağ mı Ölü mü" (Âdem'le Havva'nın Güncesi ve Seçme Öyküler, YKY 2010) öyküsünde olduğu gibi şalgam suyu içecek paraları yokken kurnazca bir yöntemle tablolarını satarak köşeyi dönen dört genç ressam, kurmaca metnin karakterleridirler. Buna karşılık, sonraki zamanlarda niteliksiz yazarlar için bir tür aşağılayıcı unvan olan Grub Street, pek çok yazarın piyasa için 'her ne olursa yazarak' geçimlerini sağladığı gerçek bir edebiyat mekânıdır. Grub Street mekânının tanımışlarından, sonrasının eleştirmeni Samuel Johnson (1709-1784), "Enayiler bir yana, herkes para için yazar." derken yaşadıklarından ders çıkarmış olmalıdır.

Yüksünmeden "sokak çalgıcılığı" yapacağını söyleyen şarkıcı İlhan Şeşen'in açıklamalarını okuduğumda Kafka'nın, kafesin içinden dünyayı gözlemleyen "açlık sanatçısı" (Açlık Sanatçısı, Altıkırkbeş 2015) canlandı bir an gözlerimin önünde, bir tel koptu içimden. Orhan Kemal'in "Kitap Satmaya Dair" öyküsündeki açlıktan karnı sırtına yapışmış kızına yumurta alabilmek için kitaplarını satacağı dükkâna gittiğinde oradaki şımarık zenginin yıllar önceki tembel okul arkadaşı olduğunu öğrenince kitap satışından vazgeçip evine dönen baba dikildi bir an karşıma sanki. Yaşadıklarından öğrendiği, "dünyanın değerbilmez oluşuna karşı koymak mümkün değil" gerçeğiyle yüzleşmişken üstüne üstlük itibarını kaybeden 'açlık sanatçısı', içinde yaşadığı kafesinin bir zaman çalıştığı sirkin uzağındaki ahırın yanına konulduğunda dünyası yıkılmıştır artık. Sirkteki eğlence aralarında, ahırlardaki hayvanları görmeye giden kalabalığın gürültülerinden ve önünden geçirilen çiğ etlerle beslenen hayvanların çıkardığı sesler ve yaydığı kokudan iyice rahatsız olan 'açlık sanatçısı' gün be gün eriyerek öldüğünde onun yerine kafese konulan ve her istediği verilen panter, büyük bir seyirci kitlesi toplar. Öykünün sonunda, "'Çünkü' dedi, 'çünkü' hoşuma giden bir yemek yok. Böyle bir yemek olsa, asla bu ünün peşinde koşmaz, sizin gibi, diğer insanlar gibi karnımı bir güzel doyururdum" sözlerini, sanatçının bu nesneleşen, doymak bilmez dünya ile hesaplaşması olarak okudum doğrusu. Öykünün, yeniden yeni bir gözle okunması gerekir.

Yaşamlarının uzun yıllarını tiyatro sahnelerindeki başarılı oyunlarıyla geçirmişken tiyatroları kapandıktan sonra, parlak günlerinden oldukça uzakta, handiyse ölüme terk edilmiş "Anadolu Tiyatro Kumpanyası'nın başaktörü ve başaktrisi" sanatçı çiftin dramıdır Aşağıdakiler (h20 2018) romanı. Sahne ışıklarının uzağında, tanınmış bir lokantanın bodrumundaki "tek kapılı, tek pencereli… yamru yumru bir oda" içinde söz yerindeyse ölümü beklemektedir ikisi birden ancak yaşama sevgisini de eksik etmezler içlerinden. Hiçbir biçimde yaşam garantileri olmayan Belma ve Fuat çiftinin tek umudu, lokantanın sahibi Devlet Bey'in kendilerine gönderdiği yemeklerdir. Romancı İrfan Yalçın, ilk kez tiyatro olarak yayımlanmış (1991) kitabında, lokanta sahibi "Devlet Bey" adıyla bir oyun yaparak 'Devlet' sanatçısını ancak öğünlük yemek ölçüsünde mi anımsar demek istemiştir, bilinmez. Kendilerinden izbe oda için para istenmeyen Belma'nın, "Yoo, para deyip geçme, bir şeyin parasız olmasını küçümseme. Gerçek Tanrı para;" uyarısı, bütün zamanların gündemindeki başat konudur. Bir zamanlar seyircilerini hop oturtmuş hop kaldırmış Fuat'ın, 'aktris' eşi Belma'nın şaka yollu "aptal" suçlamasına verdiği şu cevabı, "Açlık Sanatçısı" öyküsünün sonundaki 'hesaplaşma' ile yakın görüyorum: "Aptal olmasam bu çöp kutusu gibi yerde işim ne? (…) Aptal olmasam aktörler kralı olur muydum gerçek bir kral olur, halkı soyup soğana çevirir, köşklerde saraylarda yaşardım." Sanatçılar, sıradanlığın ötesine geçmiş insanlar işte!

2020'de dünyayı karartan Covid-19 salgını nedeniyle hayli uzun zamandır evlere kapandık belki bu günlerde zamanlarımızı biraz daha kendimize ayırdık. Ne var ki bu süreçte; kültürü, sanatı, edebiyatı, dergiyi, kitabı, şiiri, müziği, resmi, tiyatroyu, mimariyi, heykeli… konuşamadık. Sanatçıların aç kalışı ya da intiharı, haber değeri taşıyor ya biz de somut, basit ve nesne olanı konuşabiliyoruz şimdi tok sesle. Bu kötülüğü, bizden başkası yapamazdı bize.  

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"