28 Aralık 2024

Suriye’de durumdan vazife çıkarmak

Ege ve Doğu Akdeniz’deki mevcut sorunlar çok karmaşık ve çetrefilli bir mahiyet arz eder. Suriye ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması, sıradan bir ulaştırma anlaşması değildir. Böyle bir anlaşmanın hazırlanması, müzakereleri, sonuçlandırılması siyasi iradenin yanı sıra teknik bilgi ve uzmanlık gerektirir. Bu birikim de devlet içerisinde bir başka yerde değil, Türkiye’nin dış ilişkilerini yürütmekle görevli Dışişleri’nde mevcuttur

MİT Başkanı İbrahim Kalın’dan sonra vakit geçirmeksizin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da geçtiğimiz hafta sonunda Suriye’yi ziyaret ederek yeni yönetimin lideri Golanlı Ahmet Şara ile bir araya geldi. Böylelikle Hakan Fidan HTŞ’nin terör örgütleri listesinden çıkarılmasını beklemeden Suriye’ye giden ilk Dışişleri Bakanı oldu. Görüşmeye girmezden önce Fidan ve takım elbise giymiş, sakalını budamış, kravatlı Şara birbirlerine öyle bir sarılıp kucaklaştılar ki hiç de ilk kez karşılaşıyormuş gibi bir halleri yoktu. Sanki uzun bir süre ayrı  kalmış kırk yıllık iki ahbap gibiydiler.

Şimdi sıra Süleyman Şah Türbesi’nin Suriye toprakları içerisindeki eski yerine nakledilmesinde. Sonrasında da en kısa bir süre içerisinde Cumhurbaşkanı Erdoğan da Şam’daki Emevi camiinde Cuma namazını eda edecektir. Belki yarın, belki yarından da yakın…

Orta Asya Türk cumhuriyetlerinden sonra ver coşkuyu Suriye’ye

8 Aralık’tan bu yana Suriye’de yaşananlar, bana Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin 1991 yılında bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Türkiye’nin bu ülkelerin yeniden yapılandırılması, uluslararası camiada kalıcı olmaları ve ekonomik kalkınmaları için yaptıklarını hatırlattı. Dışişleri’nde Bağımsız Devletler Topluluğu Daire Başkanı olarak görev yaptığım o dönemde, Azerbaycan’ın ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin bayraklarını Türkiye’de diktirip, pasaportlarını, paralarını Türkiye’de bastırmıştık. Subaylarını Harp okullarında eğittik. Her bir cumhuriyetten 10 bin öğrenciye burs vermek gibi çok iddialı vaatlerde bulunduk. Şimdilerde de aynı coşkuyu Suriye için yaşıyoruz. Tüm Türkiye seferber olmuş yardıma hazırlanıyor. Fidan’dan sonra diğer bakanların da önümüzdeki günlerde Suriye’yi ziyaret etmeleri bekleniyor. Başta Kızılay, AFAD, TİKA olmak üzere STK’larımızın çoğu Suriye’de çalışmaya başladılar bile. Halep, çantasını kapan Türk iş adamlarıyla dolup taşıyor. İş adamı kisvesi adı altında ilk günlerde Orta Asya’yı dolduran fırsatçıların, yerine getirmekte zorlandıkları boş vaadler sonradan başımızı çok ağrıtmıştı. Umarım aynı hatalar Suriye’de tekrarlanmaz.

Yeniden yeni Osmanlıcılık mı?

Suriye’deki gelişmeler hafızalarda “Dış politikada yeniden Osmanlıcılık mı?” sorusunu akla getiriyor. “Gönül ve kültür coğrafyamız”, “360 derece dış politika”, her kıtada ayak izleri bırakmak”, “Türkiye, Türkiye’den büyüktür”, “Şam’a göz dikenlere Kudüs’te, Osmanlı şamarını hatırlatmak” gibi söylemler eminim İsrail’den çok Memaliki Osmaniye’deki diğer ülkeleri daha fazla korkutuyordur.

Bir çoğumuzda, Osmanlı yönetimi altında yaşamış ulusların o günlere özlemle baktıkları ve Türklere bayıldıklarına dair yanlış bir izlenim var. Hafta başında deneyimli gazeteci Mehmet Y. Yılmaz bu sitedeki, “Müstemleke valisi mi büyükelçi mi?” başlıklı yazısında Şam Büyükelçiliği geçici Maslahatgüzarı’nın “Suriye ile Osmanlı dönemindekine benzer bir ilişkiye sahip olacağımızı” söylerken ne büyük bir hata yaptığını dile getirerek doğru bir gözlemde bulunmuş.

Balkanlardaki Osmanlı algısı da Orta Doğu’dakinden çok farklı değil. Bulgarlar, milli günlerini kutlarken birkaç yıl öncesine kadar, “Osmanlı boyunduruğundan kurtulmanın yıldönümü” diye davetiye dağıtırlardı. Makedonlar, Üsküp’te adım başı bir milli kahramanlarının heykellerini; şehrin en yüksek tepesine de her yerden görünebilecek şekilde dev gibi bir haç diktiler. Yunanlılar, Selanik’te 320 camiden hiçbirini ayakta bırakmamışlar. Sırplar Avrupalılara “Osmanlıyı Belgrad’da biz durdurduk” diye caka satarlar. Hasan Mutlucan’ın kahramanlık türkülerine konu olan Estergon Kalesi’nin 150 yıl Osmanlı hükümranlığında kalmış olduğuna bin şahit ister.

Adamların unutmak istedikleri tarihlerinin bir dönemlerini biz de gözlerine sokarak ilişkilerimizi geliştireceğimizi zannediyoruz.

Türkiye ile Suriye arasında münhasır ekonomik bölge anlaşması imzalanması mümkün mü?

Bir de fırsattan istifade görevden vazife çıkararak eski defterleri açmak isteyenler var. Henüz topraklarının tamamı üzerinde egemenliğini tesis edememiş, Birleşmiş Milletler tarafından meşru Suriye hükümeti olarak tanınmamış Suriye’nin yeni yönetimi ile alelacele “Münhasır ekonomik bölge anlaşması imzalamalıyız” diye ortaya atılanlar oldu. Yayınladıkları harita göze hoş görünse de ne Türkiye’nin bugüne kadar izlediği resmi pozisyonuna ne de uluslararası hukuka uygun. Türkiye’nin 18 Mart 2020 tarihinde Birleşmiş Milletler’e ilettiği ve Suriye ile deniz yan sınırını da içeren haritayı yok sayıyor. Kıbrıs Adası ve KKTC’yi haritadan silerek, Türkiye’yi Lübnan, İsrail ve Filistin ile denizden sınırdaş yapıyor. Türkiye’nin taraf olmadığı 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 121. maddesi adaların da ana karalar gibi deniz yetki alanlarına (karasuları, bitişik bölge, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge) hakkı olduğunu hükme bağlamakta. Ancak deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında mahkemeler hakkaniyet ilkesine göre, adalara sınırlı yetki verebiliyor. Mahkemeler bunu yaparken adaların ana karalarından uzaklıkları veya kıyı cephelerinin uzunlukları gibi faktörleri dikkate alır. Bu faktörler Türk tezlerinin de ana dayanağı. Nitekim Meis Adası uluslararası yargıya taşınacak olsa, çok muhtemelen Türkiye’nin görüşleri doğrultusunda bir karar çıkacaktır. Bununla birlikte, Kıbrıs Adasına Meis muamelesi yapılmasının savunulur bir tarafı yok. Bugüne kadar Malta’nın İngiltere’nin Japonya’nın deniz yetki alanlarını yok sayan bir ülke olmadı. Şimdi Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin açık hükmüne rağmen Kıbrıs gibi üzerinde iki devlet barındıran büyük bir adanın deniz yetki alanı yoktur diye ortaya çıkmak, Kıbrıs Adası yok gibi hareket etmek her şeyden önce KKTC’nin haklarını göz ardı etmek anlamına gelir. Bu tür maksimalist taleplerde bulunmak Türkiye’nin uluslararası hukuka dayanan haklı tezlerine faydadan çok zarar verir. Rum/Yunan ikilisinin de ülkemizi uluslararası hukuka saygı göstermeyen korsan devlet olarak tanımlamaya çalışan propagandasına hizmet eder, ekmeklerine yağ sürer. Daha da önemlisi terörle mücadele, mültecilerin dönüşü, ülkenin yeniden imarı gibi Suriye’deki önceliklerimizin hayata geçirilmesinde uluslararası toplumu yanımıza çekme gayretlerimizi de olumsuz etkileyecektir.

Ege ve Doğu Akdeniz’deki mevcut sorunlar çok karmaşık ve çetrefilli bir mahiyet arz eder. Suriye ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması, sıradan bir ulaştırma anlaşması değildir. Böyle bir anlaşmanın hazırlanması, müzakereleri, sonuçlandırılması siyasi iradenin yanı sıra teknik bilgi ve uzmanlık gerektirir. Bu birikim de devlet içerisinde bir başka yerde değil, Türkiye’nin dış ilişkilerini yürütmekle görevli Dışişleri’nde mevcuttur.

Hasan Göğüş kimdir?

Hasan Göğüş, 1953 yılında Gaziantep'te doğdu. 1976'da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu.

Diplomatik kariyerine 28 Nisan 1977'de başladı. Yurtdışında sırasıyla Yeni Delhi Büyükelçiliği'nde ikinci kâtip, BM Cenevre Ofisi nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliği'nde başkâtip, Londra Büyükelçiliği'nde müsteşar, AGİT'te Daimi Temsilci Yardımcısı olarak çalıştı.

Dışişleri Bakanlığı merkezde; Müşterek Güvenlik İşleri, Savunma Anlaşmaları ve Uygulama dairelerinde ikinci kâtiplik, müsteşar özel kalem müdürlüğü, Bağımsız Devletler Topluluğu Genel Müdürlüğü'nde Orta Asya Daire Başkanlığı, AGİT Silahların Kontrolü ve Silahsızlanma Genel Müdür Yardımcılığı, Çok Taraflı Siyasi İşler Genel Müdürlüğü ve Avrupa Birliği ve Avrupa ülkeleriyle ikili ilişkilerden sorumlu Müsteşar Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Merkezdeki son görevi sırasında Türkiye-Hollanda ilişkilerine katkılarından dolayı Hollanda Kraliçesi Beatrix tarafından "Oranje- Nassau" nişanı ile ödüllendirildi.

Büyükelçi olarak Türkiye'yi sırasıyla Yeni Delhi, Atina, Viyana ve Lizbon'da temsil etti. 23 Ekim 2018'de Dışişleri Bakanlığı'ndan emekliye ayrılan Hasan Göğüş, Uluslararası Kalkınma Hukuku Örgütü Danışma Kurulu ve Okan Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyeliklerini sürdürüyor, T24'te dış politika konusunda yazılar yazıyor.

Hasan Göğüş'ün ayrıca 42 yıllık meslek anılarını derlediği, Doğan Kitap'tan yayımlanmış "Zor Başkentlerde Diplomasi" ve köşe yazılarını topladığı İdeal Kitap'tan yayımlanmış "Diplomasi Yazıları" isimli iki kitabı bulunmaktadır.

Yazarın Diğer Yazıları

Nerede kaldı Avrupa Birliği’nin ortak dış ve güvenlik politikası?

Bugün gelinen noktada AB’nin ortak bir dış politikasından bahsetmek mümkün değil. Kıbrıs ve Yunanistan’la ilişkiler babında Türkiye’yi kınamak haricinde hiçbir konuda ortak politikalar üretilemiyor. İsrail’in Gazze’deki katliamları, Suriye, Ukrayna gibi Avrupa güvenliğini doğrudan ilgilendiren sorunlarda sessiz kalıyorlar. Esasen uzun bir süredir can çekişmekte olan ortak dış ve güvenlik politikasına 1 Temmuz’da AB dönem başkanlığını devralan Orban’ın Macaristan’ı son noktayı koydu

Suriye sarmalında kırk yıllık kani olur mu yani?

Türkiye’nin işi o kadar kolay değil. Suriye’nin Afganistanlaşması, Güneyimizin Peşavirleşmesine yol açabilir. HTŞ’nin içerisinde çok sayıda cihatçı gruplar yer alıyor. Bu grupların HTŞ’ye egemen olması halinde YPG/PYD’nin terör koridorunu önleyelim derken güney sınırlarımızda HTŞ’nin oluşturacağı bir terör koridoru ile karşılaşmamız pekâlâ mümkün

Kadınların fendi Netanyahu’yu yendi

Kamuoyunda “Lahey’i basma yasası” olarak da bilinen “Amerikan Askeri Personelini Koruma Yasası”, (ASPA) ayrıca Amerikan askerlerini kurtarmak için ABD’nin her türlü önlemi alabileceğine ilişkin hükümler içeriyor. Trump yönetimi devraldığında hasbelkader bir Amerikan askeri UCM’lik olursa, maazallah, Trump bu yasaya dayanarak Lahey’i “cehenneme çevirmeye” kalkışabilir

"
"