Bir 24 Nisan daha geldi geçti. Ama bu yıl korkulan oldu. Başkan Joe Biden merakla beklenilen konuşmasında, arzu etmediğimiz "S" ile başlayan kelimeyi kullandı. Hem de konuşmasının daha ilk cümlesinde Osmanlı dönemi ermenilerinden bahsederken. Bu yetmezmiş gibi konuşmasını bitirirken son cümlede bu kere hiçbir tereddüte yer bırakmayacak şekilde bir kez daha tekrarladı. İngilizce bilmeyen Ermeniler belki anlamamıştır diye olsa gerek daha önce kullanılan soykırımın Ermenice karşılığı "Meds Yegern" demeyi de ihmal etmedi. 1915 olaylarının araştırılmasını tarihçilere; soykırım kelimesinin kullanılmasının doğuracağı muhtemel sonuçları da hukukçulara bırakarak bu yazıda son bir haftada yaşananları diplomatik açıdan irdelemeye çalışacağım.
Joe Biden'ın geçen yıl Donald Trump'ı mağlup ederek başkanlık seçimlerini kazandığının kesinlik kazanmasından sonra, ABD'nin Türkiye'ye karşı nasıl bir politika izleyeceğine ilişkin bugüne kadar çeşitli görüşler dile getirildi. Ama bunların hiçbiri spekülasyondan öte gidemedi. Ta ki geçen haftaya kadar... Geçtiğimiz hafta başından itibaren yap boz oyunun parçaları yerlerine oturmaya başladı. Önce Türkiye'nin ortağı olduğu F-35 programından çıkarıldığı resmen tebliğ edildi. Bir gün sonra ABD Dışişleri Bakanlığınca yayımlanan seyahat tavsiyelerinin Türkiye sayfası güncellenerek en üst seviye olan dördüncü kategoriden Türkiye'ye gitmeyin çağrısı yapıldı. Gerekçe olarak da artan Covid-19 vakalarının yanı sıra, Amerikan vatandaşlarının keyfi tutuklanmaya maruz kalabileceklerinin gösterilmesi çoğumuzun gözünden kaçmış olmalı. Ve nihayet aylardır beklenen Biden telefonu 23 Nisan akşamı geldi. Her ne kadar telefon konuşmasının ardından basında yer alan haberlerde, iki liderin 14 Haziran'da NATO zirvesi marjında bir araya gelmeyi kararlaştırdıkları öne çıkarılsa da, telefonun hangi amaçla açıldığını tahmin etmek güç değil. 24 Nisan'da açıklanan Biden'ın konuşma metninden Beyaz Saray'dan beklenen telefonun neden bu kadar geciktiği de anlaşılıyor. Aslında Beyaz Saray yönetimince Biden'ın konuşmasının içeriğinin birkaç gün önceden New York Times, CNN, AP gibi ciddi medya kuruşlarına sızdırılması, akabinde Washington'dan gelen telefon ve ertesi gün Biden'ın konuşması, önceden planlanmış bir senaryonun adım adım uygulamaya konulduğuna işaret ediyor.
İstanbul yerine neden "Constantinople"?
Bazı yorumlarda Biden'ın konuşmasında Ermeni cemaati liderlerinin tutuklanmasından söz edilirken İstanbul yerine" Constantinople" denilmesinin Türkiye'yi bu çirkin suçlamadan ayrı tutmak amacıyla kasıtlı olarak kullanıldığı ileri sürülüyor. Bence bu tür bir değerlendirme fazla iyimserlik olur. Eğer kasıt varsa "Constantinople" üzerinden Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesine yönelik tepkinin göstergesi olarak düşünülmüş olması daha büyük bir olasılık. Bu şekilde Ermeni diasporasının yanı sıra Rum/Yunan lobisine de bir çiçek atılmış oldu.
Bu noktaya gelinmiş olması, kamu diplomasisini hâlâ öğrenemediğimizi de bir kez daha gözler önüne seriyor. Türkü türke tanıtmak yanılgısından bir türlü vazgeçemiyoruz. 24 Nisan haftasında 1915 olaylarıyla ilgili konferans düzenlemekle, Sirkeci garında "şehit diplomatlar" sergisi açmakla lobicilik yapamazsınız. Amerika'da resmi kayıtlara göre 300 binin üzerinde Türk yaşıyor. Televizyon görüntülerinden izlenebildiği kadarıyla, 25 Nisan günü Biden'ın konutunun yakınlarında düzenlenen protesto gösterisine katılanların sayısı 300'ü zor buluyordu. Bunların yarısı da muhtemelen Türkiye ve Azerbaycan temsilciliklerinde çalışanların aile mensupları olmalı. İşte size diaspora örgütlenmemizin bir başka başarısı.
24 Nisan'dan bir ay önce Washington'a yeni büyükelçi gönderilmesi de akılcı bir karar olmadı. 15 Mart'ta göreve başlayan Washington büyükelçimiz henüz güven mektubunu sunmuş değil. Bir büyükelçinin güven mektubunu sunmadan faaliyetlerinin ve etkinliğinin sınırlı olduğunu en iyi Dışişleri Bakanlığının bildiğine eminim. Güven mektubunu sunduktan sonra da çevre edinip kişisel dostluklar kurulabilmesi yeni bir büyükelçi için en az bir yıl alır.
Türkiye ne yapabilir?
24 Nisan konuşmasını takip eden 3-4 gün içerisinde resmi açıklamalarla, sosyal medya mesajlarıyla, Ankara'daki Amerikan Büyükelçisi'nin Bakanlığa davet edilmesiyle ilk aşamada diplomatik alanda gereken sözel tepkiler gösterildi. Bunun haricindeki diplomatik seçeneklerden Washington Büyükelçimizin istişareler için kısa bir süreliğine de olsa Ankara'ya çağrılmasının tercih edilmediği anlaşılıyor. Hatırladığım kadarıyla, 1968-73 yılları arasında Paris Büyükelçimiz olarak görev yapan rahmetli Hasan Esat Işık, Ermenilerin Marsilya'da yaptırdıkları soykırım anıtının belediye başkanınca düzenlenen açılış törenine Fransız hükümetini temsilen bir bakanının da iştirak ettiğini öğrendiğinde, bunun Fransa'nın Ermeni soykırımını kabul ettiği anlamına geldiğini ifade ederek ilk uçakla Fransa'dan ayrılmıştı. 2015 yılında Avusturya Parlamentosu Ermeni soykırım iddialarını tanıma kararı aldığında, ben de naçizane Ankara'ya geri çağrılmamı Bakanlığa telkin etmiştim. Müsteşarın telefon talimatıyla da ertesi gün Türkiye'ye döndüm. Kariyerden gelmeyen yeni Büyükelçimiz böyle bir tepki gösterebilecek mi? Bekleyip göreceğiz. Bu satırların kaleme alındığı saatlere kadar ne Washington Büyükelçiliğimizin resmi hesabından, ne de Büyükelçi'nin özel hesabından tek bir tweet dahi atılmamıştı. Sosyal medyayla fazla haşır neşir olmamakla birlikte, "Güven mektubu sunulmadan tweet atılmaz" diye bir kural olduğunu sanmıyorum. En azından Büyükelçimiz "ABD'nin bu kararı müttefiklik ilişkilerimize yakışmadı" diyemez miydi?
Biden'ın konuşması sessiz kalınacak bir gelişme değildir. Gösterilecek tepkinin acele edilmeyerek 14 Haziran'daki buluşma sonrasına bırakıldığı görülüyor. İçinde bulunduğumuz koşullarda, herhalde Amerika'ya karşı ekonomik bir yaptırım düşünülmüyordur. Rahip Brunson krizi sırasında Başkan Trump'ın ekonomimizi mahvetmekle tehdit ettiği tek bir tweet ile doların hangi seviyelere geldiği hafızalardaki yerini koruyor. ABD sadece Türkiye'den yapılan dolar transferlerinde gerekli swift işlemlerini durdurursa, insan sonuçlarını düşünmek bile istemiyor. Elde kala kala askeri işbirliğinin sınırlandırılması kalmaktadır. Burada da çok dikkatli davranarak ulusal güvenliğimize veya ittifakın ortak savunmasına zarar verebilecek adımlardan kaçınılmasında yarar var. Hele hele NATO'dan çıkmak gibi uçuk fikirleri akla bile getirmemek lazım. Kaş yaparken göz çıkarmayalım.
Ne yazık ki geçtiğimiz 24 Nisan'ın kazananı Ermeni diasporası ise, en fazla kaybedeni de Ermenistan'ın kendisi olmuştur. Sakın Paşinyan bu nedenle istifa etmiş olmasın?