Zambiya’yla Botswana’yı ayıran Zambezi Nehri'nin üstünde bir yanda güneş batarken, diğer yanda eşzamanlı olarak ay doğdu. Hakikaten muhteşemdi. Güneş de, ay da altından birer portakal gibi yusyuvarlaktı... Botswana’da son safari durağımıza uçarken bodur çalılarla süslü saman sarısı uçsuz bucaksız savanalar altımızdan kayıp gidiyor. Hayal alemine dalıyorum.
Afrika'da nihai üç günümüzü geçireceğimiz safari kampına varıyoruz. Kampın kapısında şamatayla karışık eğlenceli bir karşılama bekliyor bizi. Arkasından da uyarılar: "Burası hakiki safari kampıdır. Hayvanlara çok yakınsınız burada. Olmaz ya... Eğer bir kediyle karşı karşıya gelirseniz!.." Yan gözle Ayşe’ye bakıyorum, fena olduğunu yüzünden anlıyorum.
STANLEY’S CAMP,
Maun, Botswana
Hamam gibi, öylesine sıcak.
Uçaktan iner inmez boğucu bir hava insanı bir anda sırılsıklam ter içinde bırakıyor.
Etraf yemyeşil, rengârenk.
İlginç bir tabela:
Akbaba Sokağı.
Kırmızısıyla, turuncusuyla, beyazıyla, moruyla renk renk çiçek açmış dallarıyla göğe yükselen dev ağaçları, siyah Afrika’nın neredeyse her biri anıtlaşmış gerçek krallarını seyre dalmak ya da onlarla hayallere dalmak bambaşka bir mutluluk...
Zambezi Nehri bu şehri, Zambiya’nın ‘turizm başkenti’ni renk çümbüşüne çevirmiş.
Sömürgeci güçleri düşündüren anıt
Victoria Şelaleleri’ne doğru yürürken pos bıyıklı birinin koca bir heykeliyle burun buruna geliyorum:
David Livingstone.
Aslen İskoç olan ünlü kâşif ve misyoner.
1855’de bu topraklara bir Avrupalı olarak ilk kez ayak basan Livingstone’un Victoria Şelaleleri'ni gördüğünde nasıl heyecanlandığını, nasıl hayran kaldığını anlatan sözleri heykelin gövdesine kazınmış.
Az ötede bir anıt:
Birinci Dünya Savaşı’nda burada, o zamanki adıyla Kuzey Rodezya’da, (eski Britanya sömürgesi Rodezya’nın kuzeyinde Zambiya, güneyinde Zimbabve var bugün) Almanlarla savaşırken ölen Britanyalı askerlerin anısına dikilmiş...
Ne varmış da bu topraklarda, savaşmış sömürgeci güçler? Kendi vatanlarından bu kadar uzaklarda ne bulmuşlar da, uğruna hayatlarını vermişler?
Neler yokmuş ki?
Bakır... Elmas... Altın...
Bunlara sonra uranyum ve petrol de eklenmiş...
Zambiya bugün hâlâ Şili’den sonra dünyanın en büyük bakır madenlerine sahip.
Sömürgecilerden dağlara kaçan Hererolar
Namibya’da geçen hafta Otjiwarongo isimli küçük bir kentten geçiyorduk. Sömürge dönemiyle ilgili olarak dediler ki:
“Bu bölgede Herero kabilesi yaşar. 20 bin kadar nüfusu vardır. Hayvancılık ve tarımla geçinirler. 19. Yüzyıl'ın sonlarında Alman sömürgeciler büyük bir katliam yapmış burada. Canını kurtaran Hererolar dağlara kaçmış. O yüzden Almanlar burada pek sevilmez. Bugün hâlâ iki bin kadar Alman yaşar bu kentte. Zengindirler, büyük toprak sahibidirler.”
Siyaseti özledim galiba
Namibya’da 13 farklı dil konuşuluyor.
Zambiya’da 73 tane.
Resmi dil İngilizce.
Her iki ülkede de zorunlu ilköğretimin anadilde yapıldığını söylediler.
Siyaseti özledim galiba.
Yoksa, yazıyı yavanlaştırabilecek yan yollara mı saptım, bilemiyorum.
Belki de benim bu turistik yazıları artık sıkıcı bulmaya başlayanlar vardır..
Belki de içimdeki çocuk yanımı açığa çıkarttığı için böyle yazılar yazmaya koyuldum, kim bilir.
Ama devam edeyim.
Gün batarken doğan ay
Zambezi Nehri'nin üstünde bir yanda güneş batarken, diğer yanda eşzamanlı olarak ay doğdu.
Hayranlıkla ne tarafa bakacağımızı şaşırdık dersem abartılı olmaz.
Hakikaten muhteşemdi.
Güneş de, ay da altından birer portakal gibi yusyuvarlaktı.
Nehirde önce su aygırlarının gösterisini izledik. Patlak gözleri, ablak suratları ve koskocaman kafalarıyla, ağızlarından su fışkırtarak suyun yüzüne bir çıktılar, bir kayboldular.
Ellerinde fotoğraf makinalarıyla biz turist takımına da, hayret nidalarıyla nehir gemisinin bir yakasından öbürüne koşuşturmak kaldı.
Evet, turistikti ama güzeldi.
Botswana; safari tatilimizin son durağı
Ertesi gün sabah vakti erken minibüse bindik. Livingstone’dan safari tatilimizin son durağı Botswana’ya doğru yola koyulduk.
Doğa harika.
Zambiya’yla Botswana’yı Zambezi Nehri ayırıyor.
Kazungula sınır kapısında nehri motorla geçtik.
Karşı yakada, ayakkabılarımızı ilaçlı suyla temizledikten sonra Botswana toprağına ayak bastık.
Uçsuz bucaksız savanalar
Uçağımız bu kez biraz daha büyük. Yine tek motorlu ama Namibya’daki gibi beş değil on bir kişilik. Daha rahat sayılır.
Kasane Airport’tan havalandık.
Pilota sordum:
“Cep telefonumu kapatayım mı?”
Sorum yanıtsız, gülmekle yetindi pilotumuz.
Adı, Stanley’s Camp olan Botswana’daki safari kampımıza ine kalka üç durak sonra vardık.
İlk uçuş 40, ikincisi 35, üçüncüsü 25 dakika sürdü. Her durakta birkaç kişi indi bindi.
Namibya semalarında beş kişilik pırpırla uçarkan altımızdan çöller geçiyordu.
Botswana’da ise tek tük ağaçlar ve bodur çalılarla süslü saman sarısı uçsuz bucaksız savanalar altımızdan kayıp gidiyor.
Hayal alemine dalıyorum.
Lıkır lıkır kola içen pilottan HC'ye ikram yok!
Öğle vakti hava iyice puslanınca ufuk çizgisi yavaş yavaş kayboluyor. Neresi gökyüzü, neresi savana belirsizleşiyor.
Yine toprak piste indik.
Motor çalışıyor, pervanemiz dönüyor.
Tahta tabelada kargacık burgacık bir yazı:
Passport control!
Pistin üstünde, karayollarında rastladığımız o trafik işareti yine:
Dikkat fil çıkabilir!
Gülüşüyoruz.
Hava çok sıcak, kavruluyorum.
Ağzım kurudu.
Pilotumuz kolasını lıkır lıkır içiyor ama yanı başında oturan HC’ye ikram yok!
Canım sıkılmıyor değil.
Beyaz badanayla yazılmış tahta tabela
İkinci durağımız yine toprak bir pist. Tahta bir tabelaya yazmışler beyaz badanayla:
Welcome to XUCANA ISLAND!
Pistin kenarında, bir ağacın gölgesindeki derme çatma tahta kulübede bekleyen dört yolcu, sıcaktan bunalmış halde, ağır hareketlerle uçağımıza doğru yürüyüşe geçiyorlar.
Havalandıktan 20 dakika ve jiple 40 dakikalık bir yolculuktan sonra nihai üç günümüzü geçireceğimiz safari kampına varıyoruz:
Stanley’s Camp,
Maun, Botswana.
Şoförümüz Müslüman, ismi Ali.
Bu kampın kapısında da şamatayla karışık sıcak ve eğlenceli bir karşılama bekliyor bizi.
Arkasından da uyarılar...
'Kedilerle karşılaşırsanız kaçmak yok!'
Örneğin deniyor ki:
“Burası hakiki safari kampıdır.
Ayrı ayrı çadırlarda kalacaksınız. Tahta platformlar üstünde kurulmuş çadırlar.
Hayvanlara çok yakınsınız burada.
Gündüz vakti kendi başınıza gelebilirsiniz kampın merkezine. Ama akşamları yalnız gitmek yok. Çadıra kadar size mutlaka bir kişi refakat edecek.”
Ve bir temel kural şöyle hatırlatılıyor:
“Olmaz ya... Eğer bir kediyle (aslan, kaplan, panter vesaireyi kastediyor) karşı karşıya gelirseniz:
Panik yok!
Bağırmak yok!
Kaçmak yok!
Olduğunuz yerde sakin sessiz durmak var.”
Yan gözle Ayşe’ye bakıyorum, fena olduğunu yüzünden anlıyorum.
Afrika yazılarının altıncısı, inşallah sonuncusu yarına...
Twitter: @HSNCML